“Tekçi Görüş” ve “İkici Görüş” Çerçevelerinde Uluslararası Hukuk İle İç Hukuk Arasındaki İlişkinin İncelenmesi

ULUSLARARASI HUKUK İLE DEVLETLERİN İÇ HUKUKLARI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN TEKÇİ ve İKİCİ GÖRÜŞLER AÇISINDAN İNCELENMESİ

 

GİRİŞ:

İnsanlığın varlığından beri bir toplumun var olduğu yerde o toplumu düzenleyen hukuk kuralları da mutlaka var olmuştur.  Eski dönemlerde bu kurallar günümüze göre çok daha ilkel halde de olsa, sözlü ve yazılı kurallar her zaman olagelmiştir. İlk olarak toplumun kendi iç ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları, sonraları insan ilişkileri geliştikçe toplumlararası ilişkileri de düzenlemeye başlamıştır. İlkel manada uluslararası hukuku, toplumlararası ilişkilerin ilk kez ortaya çıktığı dönemlere ve bu ilişkilerde uyulan kurallara kadar geriye götürebiliriz. Toplumların birbirlerine elçi gönderiyor olması dolayısıyla, elçileri gönderme ve kabullerin bazı kabul edilmiş şekillere bağlanmış olması bu duruma örnek oluşturur niteliktedir.

Çağdaş manada uluslararası hukukun temellerinin 17. Yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Bu yüzyılda gerçekleşen Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonrası imzalanan Westphalia Barış Antlaşması ile çağdaş manada Uluslararası Hukukun temelleri atılmaya başlanmıştır. Ancak günümüzdeki anlamıyla Uluslararası Hukukun oluşmasının, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası başlamış olduğunu söylemek mümkündür. Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler çerçevesindeki oluşumlar, günümüz anlamındaki Uluslararası Hukuku tam manasıyla ortaya çıkarmıştır. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla birlikte devletler arasındaki ilişkiler yeni ve farklı boyutlar kazanmış, özellikle uluslararası örgütlerin ve bağıtlanan uluslararası hukuk sözleşmelerinin sayısında eskiyle karşılaştırılamayacak şekilde artış meydana gelmiştir. Bu dönem sonrasında devletler birbirleriyle ve uluslararası örgütlerle birçok konuda anlaşmalar imzalamış, devletlerin uymakla yükümlü oldukları yeni hukuk normları ortaya çıkmıştır.

Uluslararası alanda devletlerin sorumluluğunu gerektiren yeni normların ortaya çıkmasıyla birlikte, esasında önceki dönemlerde de tartışılmış olan devletlerin iç hukuk normları ve uluslararası hukuk normları arasındaki ilişki konusuna yönelik tartışmalar da hız ve keskinlik kazanmıştır. Bu tartışmalar bağlamında ekseri olarak iki farklı görüş öne sürülmüş ve bu çerçevede; uluslararası hukuk sistemi ve devletlerin iç hukuk sistemlerinin tek bir hukuk düzenini oluşturduğunu savunan Tekçi(monist) Görüş; söz konusu her iki hukuk düzeninin birbirinden farklı düzenler olduğunu savunan İkici(düalist) Görüş tezleri ortaya çıkmıştır.

Söz konusu görüşler etrafındaki tartışmalar incelendiğinde; uluslararası hukuk düzeninin devletlerin iç hukuk düzenlerine karşı kesin üstünlüğünü savunan görüşün, uluslararası hukuk normlarının oluşmasına yön verebilen güçteki devletler yararına bir görüş olduğu görülecektir. Her iki hukuk düzeninin birbirinden tamamen farklı ve yine birbirine karşı bir üstünlüğünün olmadığı yönünde beyan edilen görüşler ise, uluslararası hukuk normlarının oluşumuna yön verebilecek güçte olmayan devletler yararınadır.

Söz konusu bu iki görüş, ulusal mahkemeler karşısında hangi hukuk düzenine ait normların uygulanması gerektiği meselesine yöneliktir.

1) ULUSLARARASI HUKUKA ÖNCELİK TANIYAN TEKÇİ (MONİST) GÖRÜŞ:

Uluslararası Hukuk normları ve devletlerin iç hukuk düzenine ait normlar arasında Uluslararası hukuk kuralları lehine bir öncelik sıralaması olduğunu savunan bu görüşün en önemli temsilcilerinden biri Hans Kelsen’dir. Kelsen’e göre hukuk kurallarının geçerliliği, esasında uluslararası hukukun temel kuralına, yani ahde vefa ilkesine (verilen sözle bağlı olma) dayanmaktadır. Bu temel ilkeye bağlı olma durumu da iç hukuk kurallarını uluslararası hukuk kurallarına bağlı hale getirmektedir. Bu durumda uluslararası hukuk kurallarının iç hukuk kurallarına nazaran bariz bir üstünlük durumu ortaya çıkmaktadır.

Bu görüşe göre iç hukuk kuralları, aynı zamanda uluslararası hukuk kurallarının birer alt parçaları halindedirler. Tekçi Görüş, bu durumu somut olarak bir temele oturtmak için ise, hukuk kurallarının doğada zaten kendiliğinden var olan bir takım üst değerlere bağlı olarak ortaya çıktığını savunan “doğal hukuk” kuramını esas almaktadır. Esas alınan bu görüş de bizi Hans Kelsen’in savunduğu “tüm hukuk kurallarının çıkış noktasının ahde vefa ilkesi olması”düşüncesine götürmektedir.

Tekçi Görüşe göre bir uluslararası sözleşme, sözleşmeye taraf devletlerce bağıtlandıkları anda ulusal hukuk düzenlerinin de bir parçası haline gelmektedir ve ulusal hukuk düzenleri içerisinde, bağıtlanmış olan söz konusu uluslararası antlaşmanın öngördüğü normlarla çatışan hükümler kendiliğinden geçersiz hale gelmektedir. Hollanda Anayasası’nın söze konu bu durum açısından içerdiği düzenleme, tekçi görüş anlayışına en iyi örneği oluşturacak niteliği haizdir. Hollanda Anayasası’na göre, içerdiği hükümler bakımından tüm kişiler için bağlayıcı olabilecek uluslararası antlaşma hükümleri, yayımlandıkları anda bağlayıcı niteliğini kazanacaktır. Ayrıca ulusal hukuk düzenleri içerisinde bu hükümlerle çelişen normlar, çeliştikleri ölçüde geçersiz kalacaktır.

Hans Kelsen’in temsilcilerinden olduğu söz konusu bu anlayışın, aslında evrensel bir hukuk sistemi yaratma arzusunun tezahürü olduğunu söyleyebiliriz.

 

2) İKİCİ (DÜALİST) GÖRÜŞ:

Uluslararası Hukuk düzeni ve iç hukuk düzeninin birbirinden tamamen farklı olduğu anlayışını öne süren bu görüşe göre, her iki hukuk düzeni de birbirinden bağımsız yapıdadır. Bundan dolayı iki hukuk düzeninden herhangi birinin diğerine bir üstünlüğün olması mümkün değildir.  Bu anlayışın hareket noktası “devlet egemenliği” kavramıdır. İç hukuk sistemi, egemen iradenin[1] ortaya çıkardığı ve egemen güç içerisinde varlığını sürdüren bir düzendir. Bu düzeni ortaya çıkaran devlet, aslında egemenlik yetkisine dayanarak bir tasarrufta bulunmaktadır. Ulusal hukuk düzenleri, devletlerin egemenlik yetkisi doğrultusunda ortaya çıkarken; uluslararası hukuk düzeni, egemen iradelerin kolektif bir tasarrufa katılmaları sonucunda meydana gelen bir yapıya sahiptir. Bu sebeple aslında egemen iradeler, uluslararası hukuk alanında bu tasarrufları ile diğer egemen güçlere karşı yükümlülükler üstlenmektedir. Ancak üstlendikleri bu yükümlülükler, ulusal hukuk sistemlerindeki bu yükümlülükler ile çelişen normları geçersiz kılamaz. Eğer ulusal hukuk düzeninde yer alan ve uluslararası hukuk düzeninde egemen güce getirilen yükümlülüklerle çelişen normlar geçersiz kılınacaksa, bu da yine egemen iradenin iç hukuk düzenine karşı gerçekleştireceği bir tasarruf ile mümkün olacaktır. Ancak egemen irade böyle bir tasarrufta bulunmayıp, yine iç hukuka ilişkin bir tasarrufu ile uluslararası hukuk düzenine ilişkin bir yükümlülüğüne aykırı davranışta bulunursa; bu durum ulusal hukuka ilişkin normu geçersiz kılmaz, yalnızca uluslararası hukukun ihlal edildiği manasına gelir.

Devletlerin uluslararası alanda sözleşmeler sonucu bir konuda kabul etmiş oldukları düzenlemeler, ulusal hukuklarında aynı konuya ilişkin var olan diğer düzenlemelere karşı üstünlük de kazanamayacaktır. Böyle bir durum ancak; uluslararası hukuk bağlamında o konuya ilişkin düzenlemelerin, ulusal hukuk düzenindeki düzenlemelere karşı üstün olduğunun kabul edilmesiyle mümkün olabilir. Bu görüş doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. Maddesinde yer alan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” şeklindeki düzenleme ile; yalnızca tarafı olduğumuz milletlerarası antlaşmaların ihtiva ettiği temel hak ve özgürlüklere ilişkin olmak üzere, söz konusu antlaşma hükümlerinin aynı konudaki iç hukuk normlarımıza karşı üstünlüğü kabul edilmiş bulunmaktadır.

İkici Görüş çerçevesinde iç hukuk ve uluslararası hukuk ilişkisine bakış bu şekildedir.

 

3) TAHLİL VE SONUÇ:

  1. J. Rousseau’ya göre, siyasal toplulukların ilk örneğini aile yapısı oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda doğal olan tek siyasal yapıdır. Aile içinde çocuklar babaya tabidirler. Ne zaman ki çocukların korunmaya gereksinimi kalmaz, o zaman çocuklar da kendi bağımsızlıklarını kazanırlar. Ancak çocuklar tarafından; bağımsızlıklarını kazanarak hayatlarına devam etmek yerine, hala babaya tabi olmaya devam etme istenci ortaya konursa, işte bu noktada doğal nitelikteki aile yapısı, anlaşma yoluyla devam ettirilen yapay bir yapı niteliğine bürünür. Rousseau’nun bu görüşündeki baba imgesi Devleti; çocuklar ise devlete tabi olan halkı temsil etmektedir. Toplum sözleşmecilerinden biri olan Rousseau, bu şekilde toplumsal düzenin doğadan gelmediğini, yapay bir düzen olduğunu anlatır. Her biri kendi sınırları dâhilinde egemen olan devletler, bir araya gelerek yapay bir düzen olan Uluslararası Toplumu meydana getirmektedirler.

Burada da bir topluluğun yahut toplumun varlığı hasebiyle, makro anlamdaki topluma, toplumsal düzeni sağlayacak kurallar getirilmesi icap eder. Ancak; Rousseau’nun bir siyasal toplulukta düzeni tesis eden “baba” imgesi ulusal manada devleti karşılarken, uluslararası toplumda “baba” imgesini karşılayacak bir figür bulunmamaktadır. Ancak burada da; uluslararası topluluğun Rousseau’nun imgesiyle “çocukları”ndan bazıları kendi tasarruflarıyla; yine Rousseau’nun kullanmış olduğu “baba” imgesini karşılamaya namzet olduklarını ilan etmektedirler. Bu durum da; günümüzde uluslararası topluma nizam verecek hukuk kurallarını ve böylece kurulacak hukuk düzenini, bu güçteki develtlerin kendi istençleri doğrultusunda meydana getirme çabası şeklinde tezahür etmektedir.

Hegel ise devlete farklı bir perspektifle yaklaşarak, birlik içinde olmayı ve bir arada yaşamayı, bireyin hakiki gayesi olarak görür ve kolektif bir hayat sürmenin de bireyin kaderi olduğunu söyler. Hegel’in ortaya koyduğu devlet, birey ve toplum görüşü çerçevesinde; özellikle günümüz şartlarında ve günümüzün geleceğe dair işaret ettiği şartlarda, kolektif bir hayat sürmenin Devletlerin kaderi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu şartlar altında Hegel’in Devletlere bakış açısını günümüzdeki şekliyle uluslararası topluma uyarladığımızda, var olması devletler için kaçınılmaz olarak görülen uluslararası toplumun düzen ihtiyacını karşılayacak hukuk kurallarına gereksinim duyulmaktadır. Rousseau’nun “baba” imgesininin uluslararası düzen[2] içerisinde karşılığının net biçimde var olmaması, gereksinim duyulan hukuk kurallarının, ulusların iç hukuk düzenleri şeklinde net biçimde ortaya konmasını zorlaştırmaktadır. Ancak kabulü gerekir ki, Rosseau’nun “çocuk” imgesini karşılayan Devlet içerisindeki halk, egemenliğe sahip değildir. Ancak bu imgenin uluslararası alandaki şekliyle yansıması olduğunu varsaydığımız Devletler, -yani Rousseau’nun aile  imgelemindeki “baba” imgesinin karşılığı- kendi sınırları çerçevesinde egemenlik hakkına ve yetkisine sahiptir.

Devletlerin sahip olduğu ve sınırlandırılmasından imtina ettikleri bu egemenlik hak ve yetkisi de esasında, uluslararası düzende Rousseau’nun net bir biçimde “baba” imgesinin olmayışının -ironik şekilde- hem sebebini hem de sonucunu oluşturmaktadır.

Bir devlet, başka devletler üzerinde uluslararası düzen içerisinde net bir şekilde hâkimiyet sağlayamıyor olsa da; uluslararası toplumsal düzeni azami seviyeye çıkarmak amacıyla oluşturulan uluslararası hukuk kurallarının ortaya çıkmasında devletler, yukarıda açıklandığı şekilde, güçleriyle doğru orantılı olarak söz sahibi olmaktadır. Bu kuralların da genel itibariyle uluslararası alanda güçlü ülkelerin lehine sonuç verecek şekilde düzenlendikleri görülmektedir.[3]

 

Uluslararası Hukuk ve ulusların iç hukukları arasındaki ilişkiye dair tartışmalar, kısaca yukarıda izah edilmeye çalışıldığı çerçevede cereyan etmektedir. Bu çerçeve içerisinde bazı akademisyenler ve devletler Tekçi Görüş kapsamı dâhilinde yer alan fikirleri benimserken; bazı akademisyenler ve devletler de İkici Görüş çerçevesinde yer alan fikirleri benimsemişler ve bu yönde söylemlerde bulunmuşlardır. Ancak iki görüşten herhangi birini kesin olarak doğru görüp, diğer görüşü yanlış çözümleme şeklinde itham etmek; uluslararası hukukun gelişmeye ve genel geçer kurallar oluşturmaya namzet olan yapısına uygun olmayacaktır. İnsanların ve toplumların gelişim ve değişim gösterdiği doğrusal zaman içerisinde, bu varlıklara ilişkin kuralların oluşturduğu hukuk sistemleri de aynı doğrultuda gelişim ve değişim gösterdiğinin unutulmaması gerekmektedir. Bahse konu her iki görüşün, devletlerin kendi iç ve dış güç unsurlarının gerektirdiği şekilde, bu devletlerce “halin gerektirdiği biçimiyle” kabul edildiği veya edilmediği aşikârdır. Tekçi görüşün ihtiva ettiği perspektifin, uluslararası hukuk sistemine yön verebilecek güçteki devletlere daha uygun düşüyor olması; İkici Görüşün “devlet egemenliği” ifadesi temelinde sahip olduğu perspektifin ise uluslararası hukuk sistemine yön verebilecek güce sahip olmayan devletler lehine argümanlar içermesi durumları da “halin gerektirdiği biçime” göre olan değişkenliği ortaya koyar niteliktedir.

_______________________________________________

[1] Bu yazı içerisinde “Egemen İrade” ifadesi; var olan iç hukuk düzenine bir değişiklik getirebilecek yahut yeni bir iç hukuk düzeni oluşturabilecek, egemen güce ait yetkiyi dönemsel olarak kullanma yetkisini haiz herhangi bir devlet içerisindeki  “hükümet” anlamını karşılayacak şekilde kullanılmıştır. “Egemen Güç” ifadesi ise; devletin yönetim şekline göre söz konusu ifade değişiklik gösterebilecek olsa da, egemenlik yetkisinin millete ait olduğu devletlerde, söz konusu yetkiyi kullanan kurumlarıyla birlikte “devlet tüzel kişiliği” yapısını ve kavramını karşılayacak şekilde kullanılmıştır.

[2] “Düzen” kavramı burada yalnızca akla ilk gelen uyum ve nizam anlamlarını karşılayacak biçimde değil, düzensizlik durumunun çok uzun süre devam etmesi halinde kendi anlamıyla çelişir biçimde, düzensizliğin de kendine özgü bir düzeni ifade edeceği varsayılarak kullanılmıştır.

[3] BM Anayasası ile kurulan yapı içerisinde yer alan ve birçok kritik karara hükmetme yetkisini haiz BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerini oluşturan devletlerin; diğer dünya devletlerine nazaran askeri, ekonomik vs. alanlarda çok daha güçlü konumda olan devletler olması bu duruma bir örnek teşkil etmektedir.