Sevr Antlaşması Karşısında Türklük Mücadelesi

 

Sevr Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti ile İtilâf devletleri arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan bir barış antlaşmasıdır. Fakat Sevr, bir barış antlaşması olmaktan öte Türk devletinin ölüm fermanı niteliğindedir. Antlaşmanın maddeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Tarihe de ölü doğmuş antlaşma olarak geçmiştir. Bu antlaşmayı hiçbir Türk ferdinin kabullenmesi mümkün değildi, nitekim imzalandıktan sonra da uygulanmamış tabir-i caizse yırtılıp atılmış ve Lozan Antlaşması ile tarihe gömülmüştür.
Anadolu’ya adım attığı günden beridir, Türkleri bu topraklardan atmak için bir mücadele verilmekte. Türkistan topraklarında Çinlilerle süren mücadeleler, Anadolu topraklarında da Batılılar ile devam edecekti. Batılıların 1071’den beri kurdukları hayallerini gerçekleştirmeye en yakın oldukları anlardan birisi de Sevr Antlaşması’dır. Atatürk, Sevr Antlaşmasını, Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış bir suikast olarak görmektedir. Sevr Antlaşmasının temelinde yatan ortak fikrin Türk düşmanlığı olduğu da anlaşılıyor. Fransız Başbakanı Clemenceau, Türklerin yönetimde yeteneksiz bir millet olduğunu, Hıristiyanları asıp kestiğini ve hâkimiyet kurduğu hiçbir yerde medeniyetin gelişmesine izin vermemiş bir ırk olduğunu söylemiştir. Bu ifadelerini Mondros Mütarekesi’nden sonra toplanan Paris Barış Konferansı’nda Damat Ferit’e cevaben söylemiştir. Bu sözler Sevr Antlaşmasına temel hazırlama çabaları olarak görülebilir. Tabiî bu noktada Fransızların, Afrika’yı ya da Cezayir’i ne kadar medenice idare ettiğini de düşünmek lazım! Yine benzer şekilde İngiliz Başbakanı Lloyd George, “Sulh şartları ilan edilince zaten Türklerin deliliklerinden, kötülüklerinden, cinayetlerinden (dolayı) ne kadar ağır cezalara çarptırılacakları görülecektir… Cezalar, onların en büyük düşmanlarını bile kâfi derecede tatmin edecek kadar müthiştir.” İfadelerini kullanmıştır. Zannediyorum ki tarih boyunca, başkalarına insanlık dersi verebilecek son devlet İngiltere’dir. Sömürgecilik üzerinden beslenen bir devletin iştahını bu kadar kabartan bir “sulh” antlaşması şüphesiz ki kendi çıkarlarına hizmet edecektir. Lloyd George’un 18 Ağustos 1919’da Avam Kamarası’nda Sevr hakkında yaptığı konuşma da bize bunu gösteriyor: “Türkiye ile olan barış kadar İngiltere’nin yakından ilgisi bulunan başka hiçbir konu yoktur. İmparatorluğun geleceği, Türkiye konusunda varılacak çözüme bağlıdır.” Diyordu. Çözümden kastı ise Türklere karşı en ağır cezaları vermekti. Aslında Lloyd George’un sözleri Sevr Antlaşmasının amacını ve ruhunu özetlemektedir.

Yıllardır bekledikleri fırsatı ellerine alan sömürgeci devletler, Osmanlı toprakları içerisinde kendilerine fayda sağlayacak toprakları alıp, geri kalan yerleri de azınlıklar arasında paylaştırma derdindeydiler. Yani, Türk’ün “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olmasını istiyorlardı. 433 maddelik Sevr Antlaşmasına göre, Anadolu’nun batı kesimleri Yunanistan’a bırakılacak, doğuda bağımsız bir Ermeni devleti kurulacak, Fırat Nehri’nin doğusunda özerk ama bir yıl sonra tam bağımsız bir Kürdistan devleti kurulacak, Arabistan, Irak, Ürdün, Filistin İngiltere’ye verilirken, Suriye ve Güneydoğu Anadolu bölgesi Fransız himayesine bırakılacaktı. Akdeniz bölgesi ise İtalyanların olacaktı. Boğazlar bölgesi de Türklerin elinden alınıp İtilaf devletlerinden oluşan bir komisyon tarafından idare edilecekti. Bu toprak paylaşımlarının dışında da antlaşma metninde, Türk kara ordusundan deniz kuvvetlerine, azınlıklara tanınacak ayrıcalıklardan ekonomik meselelere kadar Türk devletini zora sokacak maddeler yer alıyordu. İşte bu ağır şartları içeren antlaşma 10 Ağustos 1920’de Damat Ferit hükümetinin temsilcisi olan üç kişi tarafından Fransa’da imzalandı. Antlaşmayı imzalayanlar arasında olan Rıza Tevfik, o güne dair gözlemlerini şöyle aktarıyor: “10 Ağustos 1920 günü bizi Sevr’e götürdüler. Meşhur çini ve porselen fabrikasının, imza için hususî olarak hazırlanmış salonuna aldılar. Yolda ve salona gelinceye kadar etrafımızı sarmış bulunan üç Fransız hariciyecisi, ağzımızı bile açmamıza fırsat vermemişler ve mütemadiyen: Efendiler, her şey olup bitmiştir, sizin imza etmekten başka bir işiniz ve selâhiyetiniz yoktur, deyip durmuşlardı. Koca salon hınca hınç doluydu. Bize, iter gibi, bir yeri gösterdiler. Yerlerimizi alıp oturduk. Tasviri imkânsız bir ruh haleti içinde ezilip duruyorduk. Sol tarafımızda, bir iskemle aşırı ötede, Venizelos’un başkanlığı altındaki Yunan delegasyonu yer almıştı. Onların da tasviri imkânsız bir gururlu halleri vardı. Ağzımızı açmamız bile yasaklanmıştı. Yapacağımız şey sadece kâğıtlara imza atmak ve mühür basmaktı… Bizden önce Venizelos imzaya davet olundu. Bunun üzerine salonda bulunan birçok Yunanlı, büyük bir gösterişle, hususî olarak yaptırılmış bir altın kalemi Venizelos’a takdim ettiler ve kendisini uzun uzun alkışladılar. Kalemi eline alan Venizelos, kasıla kasıla, bu altın kalemle antlaşmayı imzaladı. Yunanlılardan sonra sıra bize gelmişti. Hâdî Paşa’nın ismi okundu. Paşa, vakur bir tevekkülle yerinden kalkıp, önüne uzatılan kâğıtları imzaladı. Bir şey belli etmemeye çalışıyordu ama içinin fırtınalarla dolup taştığı ayan beyan anlaşılıyordu. Sıra bana gelmişti. Bu anda hayatımın en acı dakikalarını yaşadığımdan herhâlde şüphe edilmez. Kulaklarım uğulduyordu, sanki dilim damağıma yapışmıştı. Bereket versin ki, konuşma falan diye bir şey yoktu. Ellerimin titrediğini belli etmemeye çalışarak önce imzamı attım, sonra da mührümü bastım. Bundan sonrasını pek net olarak hatırlamıyorum. Salon, salondaki kalabalık tamamen gözlerimin önünden silinmiş gibiydi. İçlerimiz kan ağlayarak, başımız önümüzde, büyük ve muhteşem salonu terk ettik!” Rıza Tevfik’in tasvir ettiği o anlar gösteriyor ki bu antlaşma Batılı devletlerin gurur tablosu olurken, Osmanlı Devleti içinse acı bir anıydı. Büyük Millet Meclisi bu antlaşmayı kesinlikle reddederek, onu imzalayanları vatan haini ilan etmiştir.


Antlaşma metninin hazırlanmasından tutun da uygulanmasına kadar geçen sürede İtilâf devletleri de kendi aralarında ayrılıklara düşüyordu. Hatta İngiltere Harbiye Nazırı ve Başbakanı arasında da farklı görüşler mevcuttu. Tüm bunlar karşısında ise varlık-yokluk mücadelesi veren bir Türklük vardı. Türk milleti, çeşitli imkansızlıklar ve türlü engellere rağmen millet olma şuurunun nâdîde örneklerinden birini göstererek, topyekûn bir mücadele ile Millî Mücadele’ye girişmişti. Türklük şuuruna sahip bir milletin, bağımsızlık ve hürriyet uğruna verdiği bu mücadele, o dönemin insanları için, ecdadına layık torunlar ve kendi torunlarının da iftihar edeceği dedeler olma hüviyetini onlara kazandırmıştı. Tarihe bir bütün olarak bakıldığında görülecektir ki Türklük uğruna her devirde çetin mücadeleler verilmiştir. Şüphesiz ki birçok devlet ve millet tarih boyunca zorluklar çekti. Ancak bu milletlerden çok azı, Türk milleti gibi asırlar boyunca bağımsızlığı ve millî şuuru uğrunda her türlü mücadeleyi göze alabilmiştir.
Bugün Sevr Antlaşmasının üzerinden 100 yıl geçti. Bir asır önce Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının öncülüğünde verilen mücadele başarıya ulaşmış ve namus olarak addedilen sınırlarımız korunmuştur. Ancak şu da bir gerçek ki karşımızda duranlar bugün isim değiştirdi ama emellerinden vazgeçmediler. 1453’te İstanbul’un fethinden sonra asırlar boyunca bunun acısını ve intikam duygusunu içinde tutanlar aynı şekilde Sevr’de başaramadıklarını da unutmadılar. Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere ve Fransa gibi sömürge devletleri kendilerine yeni sömürgeler oluşturma çabasındaydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise çift kutuplu dünya geldi. Bu sefer de ABD ve Rusya gibi devletler kendi çıkarları doğrultusunda birtakım oluşumlar kurmaya başladılar. Örneğin ABD, dün İngilizlerin peşinde koştuğu Irak-Suriye coğrafyasına, yine dün İngilizlerin söylemi gibi “barış” esasına dayalı şekilde, bugün müdahalelerde bulunmakta. Rusya’nın bir asır önce hedef koyduğu sıcak denizlere inme politikası artık bugün gerçekleşmiş durumda. Doğu Akdeniz’de ve Anadolu’da, Ermeni ya da Kürt devleti kurarak bölgede kendilerine bağlı oluşumlar oluşturmaya çalışıyorlar. Bölgede oluşturulacak Kürt mandasının denizlere açılması isteniyordu. Bunlara karşılık Türk devleti bekası için güneyde operasyonlar yaptı. Dün Sevr’i yırtıp atan Türklere, Sevr’i tekrar dayatmak adına, adeta Sevr’i bir paket halinde, terör olarak Anadolu’ya bıraktılar. ASALA ardından PKK gibi oluşumlar bu amaçlara hizmet etmek için kurulmuştu. Evet, Sevr Antlaşması hükümsüzdür ve uygulanmamıştır. Ancak Sevr ruhunun devam ettiği açıktır. Farklı oluşumlar ve aktörler üzerinden dün yapılamayanlar bugün yapılmaya çalışılıyor.
Osmanlı döneminde üç kıtadaki Türk egemenliği ve yine Otranto limanlarından Doğu Akdeniz’e kadar deniz egemenliği açısından Türkler çok önemli bir mevkide bulunuyordu. O dönemdeki bu kara ve deniz gücünü yok etmek için asırlarca uğraşıldı ve bunun son halkası da Sevr oldu. Büyük Millet Meclisi’nin Sevr’i tanımadığını söylemesine rağmen Sevr kafasında olanlar bunu sürekli canlı tutmak istiyorlardı. 1921 yılında Ankara’da Fransızlar ile yapılan görüşmelerde Fransız yetkililerden birinin, Sevr ile ilgili bazı mevzuları dile getirmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa: “Sevr Antlaşması, Türk milleti için o kadar meş’um (uğursuz) bir ölüm kararıdır ki onun bir dost ağzından çıkmamasını isterim. Bu görüşmelerimiz sırasında Sevr Antlaşmasının adını anmak istemem. Sevr Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven ilkelerine dayanan işlemlere girişemeyiz. Bizim nazarımızda böyle bir muahede yoktur.” Demiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Sevr Antlaşması bitmiştir, devam etmiyor fakat Sevr kafasında olan devletler günümüzde varlığını sürdürüyor. Buna karşı Türk devletinin ve milletinin tedbir alması ve menfaatleri doğrultusunda hareket etmesi gerekiyor. Bu noktada tarihe bakmalıyız ve Sevr ruhunu devam ettirenlere karşı dünden bugüne süren Türklük şuuru ile karşı durmalıyız. Devlet adamlarımızın ve siyasetçilerimizin bu tarihî tecrübeleri iyi bilmesi ve okuması lazım. Bugün coğrafyamızın etrafında dönen siyasetin ülkemiz açısından olumsuzluklara yol açmaması ve Sevr dayatmasıyla tekrar karşı karşıya kalınmaması için gerek karada gerekse denizde her türlü önlemi almalı ve mücadeleyi vermeliyiz. Bu mücadeleyi askerî ve siyasî alanda sürdürdüğümüz gibi kültürel alanda da sürdürmeliyiz. Dil, din, tarih, töre gibi kavramlarımızın zedelenmemesini sağlamalıyız. Bu kültürel mirasın hülâsası Türklük şuurumuzdur. Dün Sevr’i yırtıp atanlar Türklük şuuruna sahip olanlardı. Bu şuur, emperyalizmin düşmanı olduğu gibi; emperyalizm için de bu şuur, yok edilmesi lazım gelen bir kavramdır. Bu nedenle Türklük şuurumuzu ve kültürümüzü zedeleyecek, içeriğini değiştirecek her türlü fikre ve oluşuma karşı da uyanık olmalıyız.

 

Kaynakça
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk-Söylev 1920-1927, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2008.
Kemal H. Karpat, Kısa Türkiye Tarihi, Timaş Yayınları, 2017.
Necdet Sevinç, İstiklâl Harbinde Etnik İhanet, Kariyer Yayınları, 2017.
Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, 2016.
https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/turkiyeye-yapilan-saldirilarda-sevr-ruhu-diriltilmek-isteniyor/1227242