15 Temmuz Darbe Teşebbüsüne Dair

Türk devleti tarih boyunca taarruzlara, yaylım ateşlerine maruz kaldı.

Ancak bu kutlu devlet, açık veya zımni tazyiklere ve ihanetlere rağmen yeryüzünde binlerce yıl varlığını sürdürdü ve gelecek binlerce yıla doğru kanatlanıyor.

15 Temmuz bu zincirin son halkalarından.

Devletimizin birimlerinde atom bombası hüviyetiyle hücreleşmiş ve bir volkanik gürültüyle çıkacağı günü beklemiş profesyonel bir ihanet.

Evet, ihanetin profesyoneli de var. Bir akademik titizlikle vatan coğrafyasında ulvi ve kutsi değerleri kalkan edinmek suretiyle kaleler inşa ettiler.

Bu kalelerin içinde Georgelerin Mikelerin çizdiği senaryolara Ahmetleri Mehmetleri “oyuncu” ve “figuran” yaptılar.

Yüzlerce memleket evladı şehit oldu. Binlerce gazimiz var. Ekonomiden, dış politikaya ülkemizde açtığı tahribat da cabası.

Dün Anadolu’da insanları Allah, Peygamber sohbetleri ve ulvi bahislerle etkilemeye çalışanlara bakınız. Bugün Avrupa’nın ABD’nin çeşitli mecralarında PKK ile kol kola Türkiye aleyhine müşterek faaliyetler tertip ediyorlar.

Dün Fuller’in referansıyla ikamet izni alanlar bugün referansa ihtiyaç duymaksızın beynelminel bir ajan statüsüyle taşeronluk kavillerinin icaplarını yerine getiriyor.

Unutulmamalı, FETÖ zafiyetlerimize sızan bir şebekedir.

Yani geri kalmışlığımızın, hukuk ve demokrasi perspektifimizin, onlarca yıllık kutuplaşmalarımızın, maddi, manevi tüm zafiyetlerimizi kendisine barut yapmış bir şebekedir.

Türk devleti teknik kalkınma hamlelerinde, savunma sanayiinde, eğitimde, ekonomide, kalkınma ve hukukî, ilmî sahalarda ne kadar yükselirse yarının Fetölerinden o kadar sıyrılacak, değerlerimizi istismar üzerinde inşa edilen küresel zehirlerden o kadar arınacaktır.

15 Temmuz’u Türk milleti, bileğiyle ve yüreğiyle büktü. Ancak 15 Temmuz’un tesirlerini ancak akılla, stratejiyle ve teknik donanımla bükebiliriz. Yürek ve bilek meselenin özündeki cevherdir. Akıl, ilim ve strateji o cevheri dinamikleştirecek yegane disiplinlerdir.

Biliyoruz ki; tankın altında kalan canımız olmasaydı bayrağımız olacaktı!

Kurşun gövdelerimizdeki kalbe isabet etmeseydi devletimizin kalbine isabet edecekti!

Binlerce yıldır şehadete vasıl olan yiğitler sayesinde hükmünü icra ettiren Türk milleti, yine bekasını şehidi ve gazisiyle temin etti. Allah onlara layık bir millet eylesin.

15 Temmuz FETÖ ihaneti esasen -bu yönüyle- Fetöyle cisimleşmiş bir küresel saldırıdır. Devletimize ve milletimize yönelik postmodern bir suikasttır.

Sebeplerine ve sonuçlarına yönelik analiz ve stratejiler sloganla ve coşkudan ziyade devlet ciddiyeti ve tarihi birikim ve tecrübemizle ele alınmadığı sürece tehdit bertaraf edilmiş olmayacaktır!

Türk milleti; yeryüzünde medeniyet inşa etti. Asırlarca o medeniyetin tesis ettiği adeletin gölgesinde onlarca kavim ve millet refah içinde yaşadı.

Bu açıdan milli ikbalimize dair çözüm asli hüviyetimizdedir! Batıdan yahut dünyanın herhangi bir yerinden -bizden olmayan- mahfillerin öz yahut üvey evlatlığına talip olanlar bu memleketin duvarına toslar.

O duvar Türklük ve İslamiyet duvarıdır. Mayası ve hamuru Metahan’da karılmış, Saltuk Buğra Han’da yoğrulmuş olan bu duvar, ne Atlantik ötesinin okyanus dalgalarıyla yıkılır ne de Çin seddinin görkemiyle dağılır!

Şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle yad ediyor 15 Temmuz FETÖ Darbe teşebbüsünü lanetliyoruz.

Allah devletimize zeval vermesin. Türk dünyasının ve Türk-İslam aleminin ümit kapısı olan coğrafyamızda ebedi huzur ve sükûn ihsan etsin.

 

HUKUK VE FİKİR PLATFORMU

Türk Eğitimi’nin Kısa Bir Hülasası-3

(Cumhuriyet Dönemi)

“İnsan eğitimle doğmaz; ama eğitimle yaşar.”

-Cervantes

 

Türk eğitim tarihine ufak bir pencere açmak,kısa bir hülasasını sunmak için yazdığımız bu dizinin son 100 yılımızın ufak bir panaroması ile sonlandırıyoruz. Umarız ki Türk devlet ve millet yapısının tarih boyunca eğitime verdiği önemi ve saygıyı bir nebze olsun sunabilmişizdir.

Orta Asya’nın steplerinden Avrupa’nın içlerine kadar uzanan tarih yolculuğumuzun her safhasında sosyal ve fenni ilimlere her daim önem vererek ilerlemiş olan, çağın ihtiyaçlarını iyi analiz ederek buna yönelik çözümler üreten Türk devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son yüzyılında yaşadığı sıkıntılara çözüm bulamamış ve yıkımın eşiğine gelmiştir.

Peş peşe gelen savaşlar ve akabinde yaşanan dağılma, Türk Devleti’nin bir zümrüdü anka misali küllerinden doğuşuna zemin hazırlamış, Milli Mücadele akabinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu genç cumhuriyetin yaşamın her alanına getirdiği yeniliklerin şüphesiz en önemlisi eğitim alanında gerçekleşmiştir. “En büyük savaşımız cehaletledir. Cehalet yok edilmedikçe başarısız sayılacağız.” Diyen Gazi Paşa, eğitime verdiği önemi her daim göstermiştir. 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de eğitim hakkı ve zorunluluğu anayasal olarak tanınırken bunun nizam ve intizamı özelikle 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile olmuştur. Mezkur kanun eğitimin devlet eliyle sevk ve idaresini mümkün kılan bir yapıda olmakla kalmayıp öğretmen ve öğrencinin hak ve sorumluluklarına da çağın gereksinimlerince karşılık vermektedir.

Pek tabi cumhuriyet dönemi maarif davamız bununla sınırlı kalmamıştır. Atatürk’ün emri ile yurtdışında hatrı sayılır birçok üniversiteye devlet bursuyla öğrenci gönderilmiştir. Gazi Paşa, bu gençlere ithafen “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.” diyerek onlara duyduğu inancı hissettiriyordu.  Burada asıl dikkate şayan konu ise arkeoloji, sosyoloji gibi o dönem henüz ülkemizde tanınmayan bölümlere dahi öğrenciler yollanmış olmasıdır. Atatürk, bu seçimleri yaparken kurguladığı bir sistem üzre hareket etmiştir. Halkın milli bilincini yükseltmek inancıyla kurulan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu da bu sitemin en önemli vesikalarıdır.

Sadece eğitime değil, eğitimciye de önem veren Atatürk, yaptığı okul ziyaretlerinde öğretmenlere gösterdiği saygı ve hürmet ile milletin kalbindeki öğretmen sevgisinin ve saygısının da devlet ricalinde bir temsilini göstermiştir. Bu bile başlı başına Gazi Paşa’nın ne denli büyük bir lider olduğunun ispatı niteliğindedir.

İlerleyen dönemde açılan Köy Enstitüleri ile halkın “aydın” ihtiyacı karşılanmak isterken bir yandan da eğitim ulusal düzeyde geliştirilmek istenmiştir. Çok kıymetli öğretmenlerimizin yetiştiği bu kurumlar kısır siyasi tartışmaların ve güç savaşlarının kurbanı olup kapatılmıştır.

Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda Milli Eğitimimiz pek tabi aksaklıklar bulundurmak suretiyle de olsa ciddi bir seviyededir. Yaşanan belli başlı sorunlara getirilecek akılcı ve kalıcı çözümlerin arayışlarının da canlı şahidi olmaktayız. Bu hususta İlk Türk devletlerinden bugüne eğitim anlayışımız ve şiarımız için canla başla çabalayan ecdadımızın aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyor, nefesimiz ve gücümüz yettiğince eğitim ordusunun yılmaz birer neferi olacağımızın sözünü veriyoruz.

 

“Korsan” Kavramının Ortaya Çıkış Hikâyesi: Radyo Caroline

“Korsan” kavramı, günümüzde hem deniz haydutluğu için hem de izinsiz yapılan bazı eylemler için kullanılır. Dilimizde,denizdeki hırsızlara korsan denilir; ayrıca“korsan yayın”, “korsan film”, “korsan kitap”,“korsan miting” vb. tabirler de vardır.Türk Dil Kurumuna göre korsan, “deniz haydutluğu” anlamının yanında; “başkalarının hakkını zor kullanarak alma”,“izinsiz olarak bir hakkı kullanma”,“bir yayını çoğaltma” ve“izinsiz olarak yapılan şey” anlamlarını da karşılamaktadır. Korsan kavramı, aslında yukarıda ifade edilenmanaların birçoğunumuhteviyatında barındıran bir olaysonucunda ortaya çıkmıştır.

1960’lara kadar Birleşik Krallık’ta radyo yayını yapan iki kuruluş vardı: British Broadcasting Corporation (BBC) ve Radyo Luxembourg. Özellikle BBC, ülkedeki tek radyo yayın organı olarak kabul edilirdi.Halk, BBC’nin yayınlarını ve dolayısıyla da bu kanalda yayınlanan müzikleri dinlemeye bir anlamda mecbur bırakılıyordu. BBC, genellikle sunucu konuşmalarının ağırlıklı olarak yer aldığı, disk jokeylerin (DJ) olmadığı içerikler üretiyordu. Ayrıca BBC,  pop müzik veya rock müzik gibi genç dinleyicilerin favori müzik türlerine de kapalıydı. Halkın ve özellikle de genç dinleyicilerin istediği müzik ve yayın, BBC’de olduğundançok daha farklıydı. Bu süreçteRonanO’rahilli isminde bir iş adamı, caz ve blues müziğine ilgi duyan ve yaptığı müzikleri halkla buluşturmak isteyen bir arkadaşının plaklarını, disklerini yaptı ve bunları BBC’ye sundu; ancak olumsuz cevap aldı.Daha sonra da Ronan, birkaç kez bu tür girişimlerde bulundu ancak Ronan’ın müşterilerinin müzikleri yayımlanmadı. Bunun üzerine Ronan, kendine ait bir radyo istasyonu kurmaya karar verdi ve lisans almak için hükümete başvuruda bulunmadı. Ronan, 1964’de Caroline isimli bir gemiyle, Birleşik Krallık’ın doğusunda, açık denizlerde radyo yayını yapmaya başladı. Sürekli açık denizlerde dolaşan ve bu bölgelere demir atarak radyo yayını yapan gemi, açık denizlerde olması sebebiyle herhangi bir devletin kanunlarına tâbideğildi; dolayısıyla “illegal” olarak tanımlanamıyordu. Gemi, Radyo Caroline adı altında yayın yapıyor; BBC’ninyer vermediği çoğu müzik grubuna ve müzisyene adeta kucak açıyordu. Böylece Radyo Caroline,DJ’lerin kariyerlerine ilk adım attığıyer haline geldi.

Radyo Caroline’in popülaritesi artmaya başlayınca, bazı çevrelerin girişimiyle 1967’dehükümet,“Denizcilik ve Yayın Suçları” başlığı altında bir kanun çıkarttı. Kanuna göre Radyo Caroline’in yaptığı radyo yayını illegal olarak tanımlandı. Böylece Caroline gemisi, “korsan gemisi” ve hükümetten izinsiz olarak yapılan yayın da “korsan yayın”olarak anılmaya başlandı.Sürecin devamında kolluk kuvvetleri tarafından Caroline gemisine birkaç kez baskın yapıldı ancak Radyo Caroline,yayın yapmayı sürdürdü. Radyo Caroline, ülke gündeminden düşmüyordu. Özellikle genç nüfus, Radyo Caroline’i dinlemekten vazgeçmiyordu. Caroline gemisi, “dünyayı sallayan gemi” olarak tarihe geçti.Radyo Caroline ise Radyo London gibi birçok korsan radyo yayıncısına da ilham oldu.

Gemilerdebirçok ortakla beraber yayın hayatına devam eden Radyo Caroline’in genişleyen dinleyici kitlesine ulaşması sonucunda yayın felsefesini değiştirmek zorunda kalan BBC, radyoda DJ’lere daha çok yer vermeye, halkın istekleri doğrultusunda geçmişe göre daha farklı yayınlar yapmaya, değişik türlerde müzikleri çalmaya başladı. Böylece bazı popüler DJ’ler, BBC’deki radyo istasyonlarında kendilerine iş buldu.

Korsan kavramının anlam evreninin oluşmasına kaynaklık yapan ve neredeyse yetmiş yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan Radyo Caroline, günümüzdeinternet ortamında yayın yapmayı sürdürmekte ve online müzik platformlarının atası olarak kabul edilmektedir.

Kuzey Makedonya Türklerinin Hukuki Durumu

I.
Bugün Kuzey Makedonya olarak anılan bölgenin Türkleşmesi, bölgenin I. Kosova Savaşı’nın akabinde Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle birlikte başlamıştır. Devam eden süreçte gazi dervişlerin gayretleri ve daimi Türk göçleriyle birlikte; başta Üsküp olmak üzere bugün Kuzey Makedonya olarak anılan coğrafyada ciddi bir Türk varlığı teşekkül etmiştir. Devletin zayıflama döneminde bölgede faal olan Hrıstıyan terör örgütleri, bilhassa kırsal kesimde yaşayan Türkleri hedef almış ve bölgede bir etnik temizlik gayretini devam ettirmişlerdir. Bölgedeki Türk varlığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Felaketi ile bölgeden çekilmesi akabinde gerçekleşen göçlerle ciddi mânâda zayıflamıştır. Her ne kadar doğrudan bu yazının konusuna tekabül etmese de PKK terör örgütünün de Türk Makedonya’da Hrıstıyan terör örgütlerinin taktiklerinin bir benzerini uyguladığı ve bölgedeki etnik temizlik gayesi aşikardır. Güvenlik bürokrasisinin bu bağlamda tarihten ders çıkarmış olması bütün vatandaşlarımızı memnun eden bir durumdur. Rumeli genelindeki Türk nüfus, devam eden süreçte de Anadolu’ya; devletine ricat etmiştir. Bilhassa Kuzey Makedonya’da komünist Yugoslavya rejiminin Yücelciler Hareketi mensubu öğretmenleri katletmesiyle bu göç, İkinci Cihan Harbi’nin devamında da devam etmiştir. Kaybedilen bir vatanın acı hatıraları bugün bile unutulmuş değildir.
Komünist Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan devletçiklerden sadece Makedonya Cumhuriyeti, federal devletle bir çatışma yaşamadan ayrılmıştır. Makedonya Cumhuriyeti, Yunanistan ile arasındaki sorunlar yüzünden uzun bir süre BM, AB ve NATO tarafından Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti olarak tanınmıştır. Yunanistan ile arasındaki kimlik ve tarihi coğrafya bağlamındaki sorun, Amerika Birleşik Devletleri’nin arabuluculuğuyla 1995 yılında, Yunanistan’ın Makedonya’nın toprak bütünlüğünü tanıması ile nispeten normalleşmiştir. 2018 yılında imzalanan anlaşma ile Yunanistan ve Makedonya arasındaki sorun bitmiş ve ülkenin adı Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olmuştur. Devam eden süreçte ise Kuzey Makedonya NATO’ya katılarak, ittifakın 30. üyesi olmuştur.


Kuzey Makedonya’nın kimlik bağlamındaki iddiaları, antik Makedon tezi ve Büyük İskender ile kurduğu iltisak; Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’da birbirinden farklı boyutlarda tepkilerle karşılanmaktadır. Bunun bir nedeni de Osmanlı millet sistemi çerçevesinin doğal bir sonucu olarak Balkanlar’daki unsurların kilise merkezli milliyetçilik tanımlarıdır. Bu çerçevede bağımsız bir Makedon Kilisesi oluşmadığı gibi, Makedonlar’ın Sırp ve Bulgarlar’dan münezzeh bir etnik kimlik olarak kabul edilmesi Tito’nun partizan savaşı dönemine denk gelir. Bu dönem partizanların siyasal unsuru, Makedonları ayrı bir unsur olarak tanımlamıştır. Devam eden sürecin sonunda Yugoslavya tecrübesinin de çökmesi sonucunda yazının başında da belirtildiği gibi bağımsız bir devlet kurulmuştur. Kurulan devlet; Makedon, Arnavut, Türk ve çeşitli etnik unsurları barındırmaktadır. Bağımsızlığının onuncu senesinde, Kosova’da gerçekleşen Sırp-Arnavut çatışmasının Makedonya’ya da dolaylı yoldan sıçramasının neticesinde Ohri Çerçeve Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma neticesinde etnik azınlıkların hakları belirli bir ölçüde genişlemiştir. Gelinen noktada Makedonlar ve Arnavutlar arasındaki etnik gerilim ve diğer etnik unsurların denge siyaseti, Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin iç atmosferini şekillendirmektedir.

II.
Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Anayasasının giriş bölümünde Makedonlar, Kuzey Makedonya’nın kurucu unsurudur ve Kuzey Makedonya bir Makedon devletidir. Bununla birlikte Arnavutlar, Türkler, Vlahlar, Çingeneler ve diğer etnik unsurlar da eşit ve daimi Kuzey Makedonya vatandaşlarıdır ve Makedon halkı ile birlikte, uyumlu bir şekilde yaşarlar. Anayasa’da Türkler, ismen yalnızca azınlıklar ile iştigal eden kurumlar çerçevesinde diğer azınlıklar ile birlikte anılmıştır. İki büyük Makedon partisi ve iki Arnavut partisinin yanında dönemin Makedon Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan Ohri Çerçeve Anlaşması azınlıklara bazı haklar tanısa ve Türkler bu haklardan belirli ölçülerde faydalansa da anlaşmayı azami olarak değerlendirebildiklerini söylemek güçtür.
Kuzey Makedonya’yı ilk tanıyan devletlerden birisi Türkiye Cumhuriyeti olsa da bağımsızlığının hemen ardından Türklerin kamusal ve siyasal hayata katılımı fazlasıyla sınırlı kalmıştır. Bu dönemde kurulan Türk sivil toplum kuruluşları ve Türk Demokrasi Partisi adlı siyasi parti öncelikli olarak Türklerin kendi kimliklerini korumaları için gereken eğitim altyapısının sağlanması yönünde çalışmalar yapmıştır. Türk azınlığın nüfusuna oranla içtimai örgütlenmesi fazlasıyla güçlüdür. Çok sayıda STK’nın yanında üç tane Türk siyasi partisi mevcuttur. Türk STK’ların hepsi bir çatı kuruluş altında toplansa da siyasi parti sayısının çokluğu; bazı görüşlere göre Türklerin siyasal varlığına zeval getirse de bu durum Türklerin siyasi spektrumun farklı uçlarında varlık göstermesine de olanak sağlamaktadır. Bu durumun doğal bir neticesi olarak Kuzey Makedonya Türk azınlığı bugün Kuzey Makedonya Anayasa Mahkemesi’ne bir üye gönderebilmiştir.
III.
Varılan noktada Kuzey Makedonya Türklerinin, azınlık olarak yaşayan birçok Türk toplumundan daha iyi durumda olduğu aşikardır. Türkler, Kuzey Makedonya yargısında ve bürokrasisinde etkin bir şekilde temsil edilmekle birlikte nüfuslarının coğrafya geneline dağılmış olması sebebiyle yerel yönetimlerde istenilen güce ulaşamamakta ve varılan noktada da uzun vadede kültürlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Kuzey Makedonya Türklerinin aktif basın varlığının talepten münezzeh niyetlerle desteklenmesi; görsel ve dijital basın seviyesine çıkarılması için gerekli desteklerin verilmesi de faydalı olacaktır. Bu bağlamda Balkanlarda Kuzey Makedonya Cumhuriyeti için kıymetli ve değişilemez bir müttefik konumunda bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kuzey Makedonya Türklerinin bürokratik varlıklarını ve kültürel haklarını korumak için bu hakların hukuki zeminde tescil edilmesi için gerekli girişimlerde bulunması zaruridir.

Türk Eğitimi’nin Kısa Bir Hülasası-2

(İslami Dönemde Gelişen Eğitim)

 

“Eğitimden yoksun olan insanlar ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya mahkumdurlar.”

-Ziya Gökalp

 

Bir önceki yazımızda da değindiğimiz gibi Türk kültürünün oluşması ve çağlar boyunca nesilden nesile aktarılmasında şüphesiz ki en önemli etken verilen eğitimdir. Eski dönem Türkler’i -ekseriyet ile Orta Asya Türk toplulukları-  bu eğitimi daha çok göçebe yaşam şartlarına uyum ekseninde verse de ciddi bir toplumsal yaşam kuralları ve değerler eğitimini de ihmal etmemiştir.

Ancak şahsiyetimizin en görkemli yanı şüphesiz ki İslamiyet ile tanışmamız ile oluşmuştur. Türkler İslamiyet ile müşerref olmaya başladıktan sonra şüphesiz ki kültürel hayatta ciddi değişimler yaşamışlardır. Bu değişimlerin en keskin dönüm noktalarının da Anadolu’nun yurt edinmesi süreci oluşturmuştur. İslamiyet’in yayılmasında ve halkta karşılık bulmasında yadsınamaz payı olan dervişler topladıkları müritleri ile bu alanda eğitim kuruluşu hüviyeti göstermişlerdir.

  1. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dergahlar kuran bu mürşidler Kur’an ve sünnetin ışığında müritlerine ve ahaliye ahlaki kurallar, dini emirler, sosyal hayata dair görev ve sorumlulukları öğretmeye başlamış ve bulundukları çevreye bir ‘şahsiyet’ kazandırmışlardır.

İlk dönemlerde dergahlar şeklinde kümelenen bu eğitsel faaliyetlerin asıl yükselişi Ahilik teşkilatının yayılması ile olmuştur. Ahiliğin hem dini-ahlaki boyutu hem sosyo-ekonomik alandaki faaliyetlerine bakıldığında nizamlı bir eğitim kurumu diyebiliriz. Ayrıca toplumsal  huzurun temin ve tesisi için de kritik bir önem arz eden bu teşkilat Anadolu’nun Türkleşmesi noktasında eğitimi en büyük silah olarak kullanmıştır.

İlerleyen dönemde beylikten devlete,ardından imparatorluğa yürüyen Osmanlı, düzenli bir eğitim sistemi ihtiyacını görmüş, ilk dönemde yukarıda bahsettiğimiz eğitim modeline uygun bir yapı izlerken zamanla bunu daha da intizamlı ve resmi bir hale getirmiştir.

Osmanlı Devleti, işleyişte liyakate son derece önem vermiş, kendisini imparatorluk yapan süreçte bunun meyvelerini askeri, siyasi ve ekonomik anlamda fazlasıyla toplamıştır. İşte bu liyakate dayalı sistemde de yine temelden gelen eğitim faaliyetlerinin rolü yadsınamaz. Çocuklar dada çok küçük yaşlardan itibaren yetenekleri ile değerlendirilip buna göre aldıkları eğitimler ile  alanında uzman insanlar olarak medreselerden çıkıyorlar ve ilimlerini bir yaşam tarzına dönüştürüyorlardı.

Bu şüphesiz bir kitabın içeriğini oluşturabilecek genişlikte bir konudur. Lakin genel hatlarıyla bilinmelidir ki Osmanlı Devleti, asırlar boyu hem teknik ve mesleki hem de müspet ve dini eğitimde liyakat, intizam ve öğretim ilke ve yöntemleri ile ciddi bir verim almıştır. Bunun karşılığını ise 3 kıtada hala görebilmekteyiz.

Anadolu’ya önce şahsiyetini sonra ihtişamını katan, Diyar-ı Rum, Türk-İslam atlasıının mücerret bir sayfası yapan bu gönül erlerine, hocalarımıza, alimlerimize rahmet olsun..

Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi: Uluslararası Deniz Hukuku Bağlamında Bir Değerlendirme

Bilindiği üzere Cumhuriyet döneminde ve hatta öncesinde birkaç kez gündeme gelen, İstanbul boğazına alternatif bir geçit niteliği taşıyan, “kanal” veya “suyolu”, 2000’li yıllarda “Kanal İstanbul” adıyla tekrar gündeme gelmiş ve 2011 yılında proje yapım çalışmaları başlamıştır. Bu tarihten itibaren Kanal İstanbul; hukuki, siyasi, ekonomik, jeolojik, zirai vb. temelde birçok tartışmaya ve değerlendirmeye konu olmuştur.

Deniz taşımacılığı, uluslararası ticaret bağlamında geçmişten bugüne önemli bir yer tutmaktadır. Bu noktada Karadeniz ile Akdeniz arasındaki bağlantıyı tesis eden Türk boğazları, stratejik önemi haizdir; çünkü bu bağlantıyı tesis eden başka bir geçit veya boğaz yoktur. Ayrıca Karadeniz’e sahildar devletlerin ve Türkiye’nin güvenliği bakımından da Türk boğazları ehemmiyet arz etmektedir.

1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) boğazların statüsünü ilgili maddelerinde belirlemiştir. Bu bağlamda, boğazlarda “transit geçiş” prensibi öngörülmüş; yani hangi devletin gemisi olursa olsun bütün savaş ve ticaret gemilerine, kural olarak, devamlı ve hızlı olmak koşuluyla boğazlardan geçiş hakkı tanınmıştır. Ancak bu prensip, 1936 yılında Türk boğazlarının statüsünü belirlemek amacıyla imzalanan ve Türk boğazları için “sui generis” bir geçiş rejimi tesis eden Montrö Sözleşmesi bağlamında geçerli değildir. Diğer bir ifadeyle Türk boğazlarının statüsü, dünya üzerindeki diğer boğazlardan farklı olarak BMDHS’ye göre değil Montrö Sözleşmesi’ne göre belirlenmiştir.

Montrö Sözleşmesi’nde öngörülen geçiş rejiminin kuralları, savaş halinde, barış halinde, Türkiye’nin bir savaşta bulunduğu ve bulunmadığı hallerde değişiklik göstermektedir. Bu haller, ilgili sözleşmede tek tek belirtilmiştir. Montrö Sözleşmesi’ne göre barış zamanında ticaret gemileri, bayrağına ve yüküne bakılmaksızın Türk boğazlarından geçiş hakkına sahiptir; savaş zamanında ise bazı koşullara bağlı olarak nispî bir geçiş imkânı vardır. Bu geçiş transit olmalı; yani bir limana uğramaksızın gerçekleşmelidir. Ayrıca yine geçiş sırasında Türkiye’nin güvenliğine zarar verecek hareketlerden kaçınılmalıdır. Asıl dikkat çekilmesi gereken nokta ise savaş gemilerinin geçiş hakkına ilişkindir. Şöyle ki, Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş devletlere ve özellikle de Türkiye’ye sağladığı en önemli avantaj, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlere ait savaş gemilerinin Türk boğazlarından geçişi noktasındadır. Montrö Sözleşmesi’nin BMDHS’den ayrıldığı yer, işte burasıdır. Normal şartlar altında dahi Karadeniz’e sahildar olmayan devletler için Montrö Sözleşmesi birçok kısıtlama getirmektedir: Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin savaş gemisi, Türk boğazlarından, ancak ilgili gemi için belirlenen boyut ve tonaj şartlarını sağlamak, önceden izin almak ve gemi ile ilgili ayrıntılı bilgileri sunmak koşuluyla geçebilir. Karadeniz’e geçen bu gemi, 21 gün içinde geri dönmek zorundadır. Diğer taraftan, mezkûr boğazlardan, Karadeniz’e sahildar olmayan devletlerin denizaltılarının ve uçak gemilerinin geçişi yasaktır. Eğer Türk boğazlarındaki geçiş rejimi BMDHS hükümlerine göre belirlenseydi, normal hallerde, bahse konu devletlerin denizaltıları su üstünden seyretmek koşuluyla; savaş ve uçak gemileri ise Montrö Sözleşmesi’nde öngörülen kısıtlama ve bildirim şartlarından muaf bir şekilde boğazlardan geçebilecekti.

Kanal İstanbul projesi, yapay bir suyolu, bir geçit inşa etmek üzere tasarlanmıştır. Kanal İstanbul’un inşa edilmesi uluslararası hukuk ve sözleşmeler bağlamında Türkiye’nin hakkıdır; çünkü Türkiye, egemenlik yetkisini kullanmakta özgürdür. Kanal İstanbul için Türk boğazlarına uygulanan geçiş rejimini yani Montrö Sözleşmesi’ni veya BMDHS’de öngörülen boğazlardan geçiş rejimini (transit geçiş) uygulamak mümkün değildir. Çünkü Kanal İstanbul, doğal bir boğaz değil yapay bir geçittir. Ulusal bir proje niteliği taşımasına rağmen, Kanal İstanbul için, Karadeniz ülkelerinin güvenlik durumu göz önünde bulundurularak bir rejim tayin edilmesi gerekmektedir. Bu durum göz ardı edildiği takdirde, Karadeniz’e kıyısı olan devletler, Montrö Sözleşmesi’nin ihlal edildiği iddiasında bulunabilirler. Bu bağlamda Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine, söz konusu kanalda, transit geçit serbestisi tanımak sözleşmenin ihlali anlamına gelir; çünkü Montrö Sözleşmesi, savaş gemilerinin Karadeniz’e geçişi noktasında onlara böyle bir hak vermemiştir. Diğer yandan Türk boğazlarından geçebilecek ticaret gemilerini Kanal İstanbul’dan geçirmeye zorlamak Montrö Sözleşmesi’ne aykırılık teşkil eder; zira sözleşmeye göre normal koşullar altında, devletlerin ticaret gemileri, İstanbul Boğazı’ndan ilgili kurallar muvacehesinde geçebilirler. Dolayısıyla Türkiye, Kanal İstanbul’u ticaret gemileri için cazip kılmalı ve bu şekilde de İstanbul boğazındaki deniz trafiğini azaltmalıdır ki Kanal İstanbul projesi başarıya ulaşsın. Diğer bir konu ise Kanal İstanbul’a hangi geçiş rejiminin uygulanacağıdır. Yukarıda bahsettiğimiz bilgiler ışığında söyleyebiliriz ki, Montrö Sözleşmesi’ne aykırı düzenlemeler yaparak sözleşmenin geçerliliğini yitirmesine yol açılırsa ve Türk boğazlarındaki geçiş rejimi BMDHS’ye göre belirlenirse, Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin ve Türkiye’nin güvenlik sorunları ortaya çıkacaktır. Dahası, Türkiye’nin boğazlardaki hâkimiyeti kısıtlanacaktır. Dolayısıyla Kanal İstanbul için Montrö Sözleşmesi’nde belirlenen geçiş rejimine paralel bir rejim öngörmek, Türkiye ve Karadeniz’e kıyısı olan devletler için en iyi yoldur.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan bir devletin savaş gemisi Kanal İstanbul’dan geçebilecek midir? Eğer savaş gemileri kanaldan geçerse Karadeniz’de kalabilecekler midir? Karadeniz’den gelen bir savaş gemisi Kanal İstanbul’dan geçerse hangi rejime, hangi şartlara tabi olacaktır? Sıralanan bu ve benzeri sorulara cevap veren ve Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi çerçevesindeki haklarına halel getirmeyen ve yetkilerini azaltmayan yeni bir uluslararası sözleşme ihdas etmek, Kanal İstanbul projesinin başarıya ulaşmasına katkı sağlayacaktır.

2019 Yılı Resmi Siber Suç Raporu

Siber suç faaliyetleri, önümüzdeki 20 yıl boyunca da insanlığın karşılaşacağı en büyük zorluklardan biridir. Siber suç, dünyadaki her şirket için en büyük tehdittir ve insanlık ile ilgili en büyük sorunlardan biridir. Toplum üzerindeki etkisi de rakamlara yansımıştır. Siber güvenlik girişimleri, siber suçların 2015 yılından 2021 yılına kadar, 3 Trilyon dolardan 6 Trilyon dolara ulaşacağını öngörüyor.

Siber suç örnekleri arasında veri hasarı ve imhası, çalıntı para, verimlilik kaybı, fikri mülkiyet hırsızlığı, kişisel ve finansal verilerin çalınması, zimmete para geçirme, sahtekârlık, sistem saldırıları ve itibar zararı sayılabilir. Bu örneklerden ötürü hasar maliyetlerindeki bu dramatik artışı global olarak siber saldırı için hazırlıksız kuruluşların sayısındaki keskin artış destekliyor.

Bir örnek olarak bakarsak, siber suç salgını ABD’yi o kadar sert vurdu ki, FBI ile siber saldırıları araştıran özel bir ajan, Wall Street Journal’a her Amerikan vatandaşının tüm verilerinin şimdi karanlık ağda olduğunu söyledi.

Bütün toplumumuz hayatın her alanında, IoT kavramı ile beraber, internete bağlanıyor ve internet bağlantısının hızı, bunu güvenli şekilde sağlama yeteneğimizi geride bırakıyor.

Dünya Çapında Ağ (WEB) 1989’da icat edildi. İlk web sitesi 1991’de yayına girdi. Bugün ise yaklaşık 1,9 milyar web sitesi var. 2018’de yaklaşık 4 milyar internet kullanıcısı vardı. Siber güvenlik girişimleri 2022’ye kadar 6 milyar internet kullanıcısı olacağını tahmin ediyorlar. Tarihsel olarak nüfus artışıyla bağlantılı olarak büyüyen sokak suçları gibi siber suçların da benzer bir evrimine tanık oluyoruz. Sadece daha sofistike silahlarla ilgili değil, artan sayıda insan ve dijital hedefle ilgili. Siber güvenlik girişimlerine göre bulutta toplanan toplam veri miktarı 2021 yılında 100 kat büyümüş olacak.

SİBER SALDIRI YÜZEYİ

Her yıl 111 milyondan fazla yeni yazılım kodu üretiliyor ve bu da istismar edilebilen çok sayıda güvenlik açığı içeriyor. 2016 yılında 4 milyar terabayt olan (4 zettabayt) dünya dijital içeriğinin 2021’e kadar 96 zettabayta çıkması bekleniyor. Biyometri alanındaki gelişmeler sonucunda giyilebilir cihazların artışı da problemler arasında. Dahası; yüz binlerce hatta milyonlarca insan, kalp pilleri, derin beyin nörostimülatörleri, insülin pompaları, kulak tüpleri ve daha fazlasını içeren kablosuz olarak bağlanmış ve dijital olarak izlenen implante edilebilir tıbbi cihazlar aracılığı ile saldırıya uğrayabilirler.

SİBER GÜVENLİK HARCAMALARI

Siber güvenlik girişimleri, siber güvenlik ürünleri ve hizmetleri için yapılan küresel harcamaların 2017-2021 yılları arasındaki dönemde kümülatif olarak 1 Trilyon doları aşacağını öngörmektedir. 2021 yılına kadar yıllık %12-15 kadar siber güvenlik piyasasının büyümesi bekleniyor.

ABD Adalet Bakanlığı, fidye yazılımlarını (ransomware) siber suçlar için yeni bir iş modeli ve küresel bir fenomen olarak tanımladı. 2016 sonunda 40 saniyede bir görülen fidye yazılımının, 2019’da 14 saniyede bir, 2021 yılına kadar ise 11 saniyede bir görüleceği tahmin ediliyor. Fidye yazılımının hasarlarının 2021 yılında 20 Milyar dolara mal olacağı tahmin ediliyor.

İNSAN GÜCÜ SORUNU

Siber güvenlik temelinde bir insan sorunudur. Saldırıların büyük çoğunluğu insan hatasından kaynaklanmaktadır. Siber suçları da insanlar işliyorlar. Faillerin peşlerine düşmek ve yakalamak için nitelikli, yetişmiş insanlara (beyaz şapkalı hackerlere) ihtiyaç var. Teknoloji alanında çok ilerleme kaydediyoruz, bu doğrultuda da siyah şapkalı hackerler yetişiyor. Ancak büyüyen siyah şapkalı hackerler ordusuna (kötü adamlar) karşı çıkmak için yeterli beyaz şapkalı hackerler ordusu (iyi adamlar) olmadan siber suçların oranını aşağı çekemeyiz. 2021 yılına kadar siber suçlu sayısı, siber güvenlik pozisyonundaki açığın 3 katından fazla olacak ve siber güvenlikte işsizlik oranı yüzde sıfır olarak kalacaktır.

Başarılı siber saldırıların ve veri ihlallerinin yüzde 90’nından fazlası ise kimlik avı saldırısından, alıcılarını bir bağlantıyı tıklamaya, bir belgeyi açmaya, yapmamaları gerekirken birine iletmeye teşvik etmek için hazırlanmış e-posta ve mesajlardan kaynaklanmaktadır.

İLERİ BAKMAK

Microsoft’ta temel güvenlik mimarı olarak 11 yıl çalışan, 30 yıllık teknoloji endüstrisini bilen bir güvenlik uzmanı şöyle dedi: “her şirket hacklenecek”. Bu cümlenin meali; sistem varsa açık var demektir.

Sağlık hizmetleri sunucuları son 3 yıldır bilgisayar korsanlarının boğa güreşi alanı olmuştur. Hastanelere yapılan fidye yazılımı saldırılarının 2021 yılına kadar 5 kat artacağı tahmin ediliyor. İmalat sektörüne yönelik bir dergi olan Process Industry Informer’a göre, siber güvenlik konusundaki genel yatırım eksikliği, modern teknolojilere artan bir bağımlılık nedeniyle imalat sektörü, en hassas ve hedeflenen endüstrilerden biridir.

İnşaat şirketleri; termostatlar, su ısıtıcıları ve güç sistemleri gibi uzaktan erişilebilir cihazlarda standartlaşmaya başladıklarında, bilgisayar korsanları için yepyeni bir saldırı yüzeyi daha ortaya çıkacak.

Siber suç salgınına rağmen teknoloji dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmeyi vaat ediyor. Örneğin trafik yetkilileri otonom araç teknolojisini kullanarak trafik ölümlerini büyük ölçüde düşürdükten sonra, 10 yıl içerisinde 300 bin hayatın kurtarılacağını öngörüyorlar. Büyükşehir sensörleri ve en yeni ev güvenliği uzaktan izleme sistemleri çalışmaya başladığında, genel suçlar %20’den fazla düşebilir.

Yüzlerce üst düzey siber güvenlik şirketi, siber suçlara karşı savaşta en yeni ürünlerini geliştiriyorlar ve yeni hizmetler yaratıyorlar. Siber suç, örneklerle anlattığımız genişleyen siber saldırı yüzeyinin büyümesinin doğal bir sonucudur ve kaçınılmazdır. Dolayısıyla çok kısa bir sürede nitelikli insan kaynaklarımızı yetiştirmeye ve siber güvenlik uzmanları oluşturmaya başlamalı ve bu alanda tüm teknolojik gelişmeleri ve bunlardan doğan siber saldırıları gözlemleyerek geç olmadan tedbirlerimizi almalıyız.

Çünkü aslolan,

Kişilerin, kurumların, kuruluşların, devletlerin bilgi varlıkları ve kaynaklarını hedeflenen amaçlar doğrultusunda organizasyon, insan, finans, teknik ve bilgi değerlerini dikkate alarak, kritik altyapıların varlıkların ve kaynakların başlarına KÖTÜ BİR ŞEYLER GELMEDEN korumak ve gerekli tedbirleri geç olmadan almaktır.

 

Kıbrıs’ta Yunan-Rum Mezalimi ve Şehit İlhanlar

 

Kıbrıs meselesi, Türkler için hem dış politika açısından hem de millî bir mesele olmasından dolayı mühimdir. Meselenin kökenine baktığımızda Yunanistan’ın “Büyük Yunanistan” hayalini oluşturan “Megali İdea” fikrinden tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Megali İdea haritası olarak oluşturulan haritada Kıbrıs’ın, Yunanistan’a dahil edilmesi ve bu amaçla yıllarca sürecek olan silahlı mücadeleleri, meseleyi bugünlere kadar getirmiştir.

Kıbrıs, Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp İngilizlerin yönetimine girmesinden sonra Rum kesimi “Enosis” olarak ifade ettikleri, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama düşüncelerini, daha güçlü bir sesle dile getirmeye ve uluslararası zeminde meşruiyet elde etme çabasını girişmişlerdir. Ancak Türkler, Kıbrıs’taki varlıklarından ve tabiî haklarından vazgeçme niyetinde değillerdi. Yunanistan’ın emelleri için kurulan EOKA terör örgütü, Kıbrıs’ta uzun yıllar faaliyet gösterdi. Amaçları ise Ada’da Türk varlığını tamamen silmekti. Bu amaçlarını, Rum kesiminin lideri Makarios’un talimatlarıyla hazırlanan Akritas Planı’nda da görmekteyiz. Bu plan EOKA örgütünü kullanarak Türklerin topluca imha edilmesi amacıyla yapılan tedhiş planıdır. Kıbrıs’ta başlatılan silahlı mücadele karşısında Türkler de Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurarak direnişe geçmişlerdi. Kıbrıs meselesinin tarihî gelişimi, hukukî ve siyasî zeminde uzunca bir meseledir. Sadece Türkiye-Yunanistan arasında değil başka devletler açısından da önemli bir konudur. Ada’nın stratejik ve coğrafî konumu da meselenin uluslararası boyutta tartışılmasında etkili olmaktadır.

EOKA terör örgütü, silahlı faaliyetleri içerisinde genç-yaşlı, erkek-kadın demeden Türklere çok ağır saldırılarda bulunuyordu. Bu saldırılar karşısında birçok köylü evini-barkını terk etmek zorunda kalmış, bir kısmı esir edilirken bir kısmı da öldürülmüştü. Rumların yaptığı katliamların detaylarına bakınca, köyünde hayvan otlatan 16 yaşındaki genci; evinin bahçesinde çalışan 80 yaşındaki adamı; işine giden insanları ve iki aylık bebekleri dahi hiç acımadan öldürüyorlardı. 1958’de yaşanan Sinde katliamı sonrasında Luricina köyü Türkleri, Türkiye başbakanına ve Ada’nın valisine bir mektup yazmışlar. Mektupta, her gün çıkan hadiselerde 80 yaşındaki kadınların, 90 yaşındaki din adamlarının canice katledildiğini söylüyorlar. Evlerde kalan çocuklarının açlık ve sefaletten ölmelerinden korktuklarını belirterek, meselenin çözümünü veya ölümü beklediklerini anlatıyorlar. Ancak her şeye rağmen namus ve canlarını korumak azminde olduklarını da belirtmişlerdir.

Tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen hadiselerde, Rum çetelerinin yaptığı saldırılar çok büyük boyutlara ulaşmaya başlamıştı. 21 Aralık 1963’te Lefkoşa’da Rum polislerin, 2 Türk’ü öldürüp, 4 Türk’ü yaralaması ile olaylar başladı. Ertesi gün saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi’nde toplanan öğrencilere de EOKA tarafından ateş açılmış, Atatürk büstüne saldırılmıştı. Türklere karşı düzenlenen saldırılar yaklaşık dört gün sürdü. Saldırılar sonucunda 103 köyde yaşayan on binlerce Türk, köylerini boşaltmak zorunda kalmıştı. Ayrıca yüzlerce ölü ve yaralı vardı. Kayıpların akıbeti ise belirsizdi. Artık Akritas Planı uygulamaya konulmuştu.

24 Aralık 1963 akşamında, dünyada eşine az rastlanır bir barbarlık örneği olarak, Lefkoşa’nın Kumsal bölgesine bir baskın yapıldı. Baskını yapan Yunan alayından takviyeli, başlarında da Yunan bir subay olan 150 kişilik Rum çeteleriydi. Baskın düzenlenen bölgedeki Kıbrıslı Türklerin tümü esir alınıyor. Ancak bölgedeki Ermeniler, EOKA’cılara bir evi hedef olarak gösteriyor. O ev, Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Doktoru Binbaşı Nihat İlhan’ın evi. Binbaşı İlhan görevi başındayken, Rum çeteleri evine saldırıyor. Eve giren Rumlar, banyo küvetine gizlenen Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet Hanım ve oğulları 6 yaşındaki Murat, 4 yaşındaki Kutsi ve 10 aylık Hakan’ı makineli silahlarla banyo küvetinin içinde öldürüyorlar. Prof. Dr. Ata Atun’un söylediğine göre, saldırıda 7 ayrı mermi var, yani birbirinden farklı 7 silah kullanılmış. Bu da Rumların yaptığı vahşetin boyutunu gösteriyordu. Eşi ve üç çocuğu öldürülen Binbaşı Nihat İlhan, haberi duyduktan sonra, bembeyaz bir yüzle gazetecilere, “Dört şehit verdik, vatan sağ olsun.” Demiştir. Daha sonra, köylerde Rumların baskınına uğrayan yaralılara yardım için görev başına gitmesi gerektiğini söyleyerek gazetecilerin yanından ayrılmıştır. Olayın yaşandığı bu ev günümüzde “Barbarlık Müzesi” olarak o günkü haliyle korunmaktadır. Nihat İlhan’ın memleketi Elazığ’da da 2008 yılında, Şehit İlhanlar Caddesi üzerinde, merhum lider Rauf Denktaş ile Nihat İlhan’ın da katılımlarıyla Kıbrıs şehitleri anısına “Şehit İlhanlar Abidesi” açılmıştır.

Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’te Yunanlıların Enosis politikasının uygulanması adına bir darbe gerçekleştirildi. İlk etapta Türklere karşı bir müdahalenin olmayacağı açıklanmış olsa da daha önce yapılmış olan antlaşmalar ve hukukî haklar yok sayılmış ve Kıbrıs’ın Helen Adası olması için girişime başlanmıştı. Bu noktadan sonra Türkiye Kıbrıs’ta Türk varlığına karşı oluşan tehdide karşı koymak adına garantörlük haklarından da faydalanarak, Ada’ya askerî harekât başlatmış ve Yunanlıların hukuksuz girişimi engellenmiştir. Bugün Kıbrıs meselesi bizler için hâlâ hassas bir konudur. Konuya sadece ekonomik ve politik meselelerle değil aynı zamanda kültürel ve tarihî açıdan da bakmak gerekir. Kıbrıs meselesine bakarken geçmişte yaşanan bu olaylar göz ardı edilemez. Kıbrıs’ın Türk varlığını inkâr etmek veya Kıbrıs meselesinde çözümü Türkiye olmadan aramaya kalkışmak anlamsızdır. Kıbrıs’ın kaderi ile Anadolu’nun kaderi ortaktır. Bu nedenle devlet adamlarının atacağı adımlarda bunu gözetmeleri elzemdir.

Kıbrıs’ı hukuksuz yollarla Helen Adası yapmak isteyen Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı geçtiğimiz günlerde Türklere karşı “barbar” ifadesini kullanmış. Bu ifade, tarihinde zulüm anlayışı olan bir topluluğun kendinden olmayana attığı iftiradan başka bir şey değildir. Bu söylemin arkasında Türklere karşı duydukları husumet ve hedeflerine giden yolda Türkleri engel olarak görmeleri yatmaktadır. Yunanistan’ın Kıbrıs hedefinden hâlâ vazgeçmediği açıktır. Aynı şekilde Türklerin de tabiî haklarından vazgeçmeyeceğini bilmeleri gerekir. Akdeniz üzerinde tarih boyunca hâkimiyet mücadelesi olmuş ve ilerleyen süreçte de olacaktır. Son zamanlarda sondaj çalışmaları hususunda da Yunanistan ile karşı karşıya gelindi. Ancak devletimiz gerek Kıbrıs Türklerinin hakları gerekse de deniz hukuku açısından Doğu Akdeniz’deki kendi haklarımızdan vazgeçmeyeceğimizi ifade etti. Bu kararlığımızın devam etmesi Türkiye açısından da önemlidir.

Türk milletinin millî meselesi ve vatan toprağı olan Kıbrıs’a dair hafızamızı ve hassasiyetimizi sürekli canlı tutmalıyız. Maalesef bugün pek çok kişi için Kıbrıs, bir turizm merkezi olarak görülmekte ve değeri anlaşılamamaktadır. 19. yüzyılda Girit’te yaşananların tekrar etmemesi, yani Kıbrıs’ın Girit olmaması için bilinçli davranmalıyız. Her şeyden öte orada Türklerin ayak izleri, mezarları ve şehitlerimizin kanları vardır. Türk milleti, Şehit İlhanlara ve Şehit Cengiz Topel’e yapılanları; Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi isimlerin de Kıbrıs için yaptıklarını unutmamalıdır. Sadece bu noktadan bakılınca dahi Kıbrıs’ın Türkler için, tıpkı Anadolu gibi, ilânihaye vatan olduğunu söyleyebiliriz.

____________________

Kaynakça

Ahmet Zeki Bulunç, “Kıbrıs Türk Halkının Varoluş Mücadelesinin Simge Adı Denktaş”, Türk Yurdu Dergisi, Mart 2012, Sayı 295.

Ata Atun, “Kumsal Katliamı Nasıl Oldu”, Kıbrıs Postası, 23 Aralık 2008.

Dilek Yiğit Yüksel, “Kıbrıs’ta Yaşananlar ve Türk Mukavemet Teşkilatı (1957-1964)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2018, 34(2):98, s. 311-376.

Erdal Açıkses, Ayhan Cankut “Kıbrıs Meselesinin Tarihsel Gelişimi ve Uluslararası Hale Gelme Sebepleri”, Turkish Studıes, Ankara 2014.

Faruk Akın Emek, 1958-1974 Yılları Arasında Kıbrıs’ta Yerel Basında Rum Mezalimi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Aydın 2014.

http://www.mfa.gov.tr/sc_-41_-yunan-db-nin-aciklamalari-hk-sc.tr.mfa

 

“Tekçi Görüş” ve “İkici Görüş” Çerçevelerinde Uluslararası Hukuk İle İç Hukuk Arasındaki İlişkinin İncelenmesi

ULUSLARARASI HUKUK İLE DEVLETLERİN İÇ HUKUKLARI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN TEKÇİ ve İKİCİ GÖRÜŞLER AÇISINDAN İNCELENMESİ

 

GİRİŞ:

İnsanlığın varlığından beri bir toplumun var olduğu yerde o toplumu düzenleyen hukuk kuralları da mutlaka var olmuştur.  Eski dönemlerde bu kurallar günümüze göre çok daha ilkel halde de olsa, sözlü ve yazılı kurallar her zaman olagelmiştir. İlk olarak toplumun kendi iç ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları, sonraları insan ilişkileri geliştikçe toplumlararası ilişkileri de düzenlemeye başlamıştır. İlkel manada uluslararası hukuku, toplumlararası ilişkilerin ilk kez ortaya çıktığı dönemlere ve bu ilişkilerde uyulan kurallara kadar geriye götürebiliriz. Toplumların birbirlerine elçi gönderiyor olması dolayısıyla, elçileri gönderme ve kabullerin bazı kabul edilmiş şekillere bağlanmış olması bu duruma örnek oluşturur niteliktedir.

Çağdaş manada uluslararası hukukun temellerinin 17. Yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Bu yüzyılda gerçekleşen Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonrası imzalanan Westphalia Barış Antlaşması ile çağdaş manada Uluslararası Hukukun temelleri atılmaya başlanmıştır. Ancak günümüzdeki anlamıyla Uluslararası Hukukun oluşmasının, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası başlamış olduğunu söylemek mümkündür. Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler çerçevesindeki oluşumlar, günümüz anlamındaki Uluslararası Hukuku tam manasıyla ortaya çıkarmıştır. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla birlikte devletler arasındaki ilişkiler yeni ve farklı boyutlar kazanmış, özellikle uluslararası örgütlerin ve bağıtlanan uluslararası hukuk sözleşmelerinin sayısında eskiyle karşılaştırılamayacak şekilde artış meydana gelmiştir. Bu dönem sonrasında devletler birbirleriyle ve uluslararası örgütlerle birçok konuda anlaşmalar imzalamış, devletlerin uymakla yükümlü oldukları yeni hukuk normları ortaya çıkmıştır.

Uluslararası alanda devletlerin sorumluluğunu gerektiren yeni normların ortaya çıkmasıyla birlikte, esasında önceki dönemlerde de tartışılmış olan devletlerin iç hukuk normları ve uluslararası hukuk normları arasındaki ilişki konusuna yönelik tartışmalar da hız ve keskinlik kazanmıştır. Bu tartışmalar bağlamında ekseri olarak iki farklı görüş öne sürülmüş ve bu çerçevede; uluslararası hukuk sistemi ve devletlerin iç hukuk sistemlerinin tek bir hukuk düzenini oluşturduğunu savunan Tekçi(monist) Görüş; söz konusu her iki hukuk düzeninin birbirinden farklı düzenler olduğunu savunan İkici(düalist) Görüş tezleri ortaya çıkmıştır.

Söz konusu görüşler etrafındaki tartışmalar incelendiğinde; uluslararası hukuk düzeninin devletlerin iç hukuk düzenlerine karşı kesin üstünlüğünü savunan görüşün, uluslararası hukuk normlarının oluşmasına yön verebilen güçteki devletler yararına bir görüş olduğu görülecektir. Her iki hukuk düzeninin birbirinden tamamen farklı ve yine birbirine karşı bir üstünlüğünün olmadığı yönünde beyan edilen görüşler ise, uluslararası hukuk normlarının oluşumuna yön verebilecek güçte olmayan devletler yararınadır.

Söz konusu bu iki görüş, ulusal mahkemeler karşısında hangi hukuk düzenine ait normların uygulanması gerektiği meselesine yöneliktir.

1) ULUSLARARASI HUKUKA ÖNCELİK TANIYAN TEKÇİ (MONİST) GÖRÜŞ:

Uluslararası Hukuk normları ve devletlerin iç hukuk düzenine ait normlar arasında Uluslararası hukuk kuralları lehine bir öncelik sıralaması olduğunu savunan bu görüşün en önemli temsilcilerinden biri Hans Kelsen’dir. Kelsen’e göre hukuk kurallarının geçerliliği, esasında uluslararası hukukun temel kuralına, yani ahde vefa ilkesine (verilen sözle bağlı olma) dayanmaktadır. Bu temel ilkeye bağlı olma durumu da iç hukuk kurallarını uluslararası hukuk kurallarına bağlı hale getirmektedir. Bu durumda uluslararası hukuk kurallarının iç hukuk kurallarına nazaran bariz bir üstünlük durumu ortaya çıkmaktadır.

Bu görüşe göre iç hukuk kuralları, aynı zamanda uluslararası hukuk kurallarının birer alt parçaları halindedirler. Tekçi Görüş, bu durumu somut olarak bir temele oturtmak için ise, hukuk kurallarının doğada zaten kendiliğinden var olan bir takım üst değerlere bağlı olarak ortaya çıktığını savunan “doğal hukuk” kuramını esas almaktadır. Esas alınan bu görüş de bizi Hans Kelsen’in savunduğu “tüm hukuk kurallarının çıkış noktasının ahde vefa ilkesi olması”düşüncesine götürmektedir.

Tekçi Görüşe göre bir uluslararası sözleşme, sözleşmeye taraf devletlerce bağıtlandıkları anda ulusal hukuk düzenlerinin de bir parçası haline gelmektedir ve ulusal hukuk düzenleri içerisinde, bağıtlanmış olan söz konusu uluslararası antlaşmanın öngördüğü normlarla çatışan hükümler kendiliğinden geçersiz hale gelmektedir. Hollanda Anayasası’nın söze konu bu durum açısından içerdiği düzenleme, tekçi görüş anlayışına en iyi örneği oluşturacak niteliği haizdir. Hollanda Anayasası’na göre, içerdiği hükümler bakımından tüm kişiler için bağlayıcı olabilecek uluslararası antlaşma hükümleri, yayımlandıkları anda bağlayıcı niteliğini kazanacaktır. Ayrıca ulusal hukuk düzenleri içerisinde bu hükümlerle çelişen normlar, çeliştikleri ölçüde geçersiz kalacaktır.

Hans Kelsen’in temsilcilerinden olduğu söz konusu bu anlayışın, aslında evrensel bir hukuk sistemi yaratma arzusunun tezahürü olduğunu söyleyebiliriz.

 

2) İKİCİ (DÜALİST) GÖRÜŞ:

Uluslararası Hukuk düzeni ve iç hukuk düzeninin birbirinden tamamen farklı olduğu anlayışını öne süren bu görüşe göre, her iki hukuk düzeni de birbirinden bağımsız yapıdadır. Bundan dolayı iki hukuk düzeninden herhangi birinin diğerine bir üstünlüğün olması mümkün değildir.  Bu anlayışın hareket noktası “devlet egemenliği” kavramıdır. İç hukuk sistemi, egemen iradenin[1] ortaya çıkardığı ve egemen güç içerisinde varlığını sürdüren bir düzendir. Bu düzeni ortaya çıkaran devlet, aslında egemenlik yetkisine dayanarak bir tasarrufta bulunmaktadır. Ulusal hukuk düzenleri, devletlerin egemenlik yetkisi doğrultusunda ortaya çıkarken; uluslararası hukuk düzeni, egemen iradelerin kolektif bir tasarrufa katılmaları sonucunda meydana gelen bir yapıya sahiptir. Bu sebeple aslında egemen iradeler, uluslararası hukuk alanında bu tasarrufları ile diğer egemen güçlere karşı yükümlülükler üstlenmektedir. Ancak üstlendikleri bu yükümlülükler, ulusal hukuk sistemlerindeki bu yükümlülükler ile çelişen normları geçersiz kılamaz. Eğer ulusal hukuk düzeninde yer alan ve uluslararası hukuk düzeninde egemen güce getirilen yükümlülüklerle çelişen normlar geçersiz kılınacaksa, bu da yine egemen iradenin iç hukuk düzenine karşı gerçekleştireceği bir tasarruf ile mümkün olacaktır. Ancak egemen irade böyle bir tasarrufta bulunmayıp, yine iç hukuka ilişkin bir tasarrufu ile uluslararası hukuk düzenine ilişkin bir yükümlülüğüne aykırı davranışta bulunursa; bu durum ulusal hukuka ilişkin normu geçersiz kılmaz, yalnızca uluslararası hukukun ihlal edildiği manasına gelir.

Devletlerin uluslararası alanda sözleşmeler sonucu bir konuda kabul etmiş oldukları düzenlemeler, ulusal hukuklarında aynı konuya ilişkin var olan diğer düzenlemelere karşı üstünlük de kazanamayacaktır. Böyle bir durum ancak; uluslararası hukuk bağlamında o konuya ilişkin düzenlemelerin, ulusal hukuk düzenindeki düzenlemelere karşı üstün olduğunun kabul edilmesiyle mümkün olabilir. Bu görüş doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. Maddesinde yer alan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” şeklindeki düzenleme ile; yalnızca tarafı olduğumuz milletlerarası antlaşmaların ihtiva ettiği temel hak ve özgürlüklere ilişkin olmak üzere, söz konusu antlaşma hükümlerinin aynı konudaki iç hukuk normlarımıza karşı üstünlüğü kabul edilmiş bulunmaktadır.

İkici Görüş çerçevesinde iç hukuk ve uluslararası hukuk ilişkisine bakış bu şekildedir.

 

3) TAHLİL VE SONUÇ:

  1. J. Rousseau’ya göre, siyasal toplulukların ilk örneğini aile yapısı oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda doğal olan tek siyasal yapıdır. Aile içinde çocuklar babaya tabidirler. Ne zaman ki çocukların korunmaya gereksinimi kalmaz, o zaman çocuklar da kendi bağımsızlıklarını kazanırlar. Ancak çocuklar tarafından; bağımsızlıklarını kazanarak hayatlarına devam etmek yerine, hala babaya tabi olmaya devam etme istenci ortaya konursa, işte bu noktada doğal nitelikteki aile yapısı, anlaşma yoluyla devam ettirilen yapay bir yapı niteliğine bürünür. Rousseau’nun bu görüşündeki baba imgesi Devleti; çocuklar ise devlete tabi olan halkı temsil etmektedir. Toplum sözleşmecilerinden biri olan Rousseau, bu şekilde toplumsal düzenin doğadan gelmediğini, yapay bir düzen olduğunu anlatır. Her biri kendi sınırları dâhilinde egemen olan devletler, bir araya gelerek yapay bir düzen olan Uluslararası Toplumu meydana getirmektedirler.

Burada da bir topluluğun yahut toplumun varlığı hasebiyle, makro anlamdaki topluma, toplumsal düzeni sağlayacak kurallar getirilmesi icap eder. Ancak; Rousseau’nun bir siyasal toplulukta düzeni tesis eden “baba” imgesi ulusal manada devleti karşılarken, uluslararası toplumda “baba” imgesini karşılayacak bir figür bulunmamaktadır. Ancak burada da; uluslararası topluluğun Rousseau’nun imgesiyle “çocukları”ndan bazıları kendi tasarruflarıyla; yine Rousseau’nun kullanmış olduğu “baba” imgesini karşılamaya namzet olduklarını ilan etmektedirler. Bu durum da; günümüzde uluslararası topluma nizam verecek hukuk kurallarını ve böylece kurulacak hukuk düzenini, bu güçteki develtlerin kendi istençleri doğrultusunda meydana getirme çabası şeklinde tezahür etmektedir.

Hegel ise devlete farklı bir perspektifle yaklaşarak, birlik içinde olmayı ve bir arada yaşamayı, bireyin hakiki gayesi olarak görür ve kolektif bir hayat sürmenin de bireyin kaderi olduğunu söyler. Hegel’in ortaya koyduğu devlet, birey ve toplum görüşü çerçevesinde; özellikle günümüz şartlarında ve günümüzün geleceğe dair işaret ettiği şartlarda, kolektif bir hayat sürmenin Devletlerin kaderi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu şartlar altında Hegel’in Devletlere bakış açısını günümüzdeki şekliyle uluslararası topluma uyarladığımızda, var olması devletler için kaçınılmaz olarak görülen uluslararası toplumun düzen ihtiyacını karşılayacak hukuk kurallarına gereksinim duyulmaktadır. Rousseau’nun “baba” imgesininin uluslararası düzen[2] içerisinde karşılığının net biçimde var olmaması, gereksinim duyulan hukuk kurallarının, ulusların iç hukuk düzenleri şeklinde net biçimde ortaya konmasını zorlaştırmaktadır. Ancak kabulü gerekir ki, Rosseau’nun “çocuk” imgesini karşılayan Devlet içerisindeki halk, egemenliğe sahip değildir. Ancak bu imgenin uluslararası alandaki şekliyle yansıması olduğunu varsaydığımız Devletler, -yani Rousseau’nun aile  imgelemindeki “baba” imgesinin karşılığı- kendi sınırları çerçevesinde egemenlik hakkına ve yetkisine sahiptir.

Devletlerin sahip olduğu ve sınırlandırılmasından imtina ettikleri bu egemenlik hak ve yetkisi de esasında, uluslararası düzende Rousseau’nun net bir biçimde “baba” imgesinin olmayışının -ironik şekilde- hem sebebini hem de sonucunu oluşturmaktadır.

Bir devlet, başka devletler üzerinde uluslararası düzen içerisinde net bir şekilde hâkimiyet sağlayamıyor olsa da; uluslararası toplumsal düzeni azami seviyeye çıkarmak amacıyla oluşturulan uluslararası hukuk kurallarının ortaya çıkmasında devletler, yukarıda açıklandığı şekilde, güçleriyle doğru orantılı olarak söz sahibi olmaktadır. Bu kuralların da genel itibariyle uluslararası alanda güçlü ülkelerin lehine sonuç verecek şekilde düzenlendikleri görülmektedir.[3]

 

Uluslararası Hukuk ve ulusların iç hukukları arasındaki ilişkiye dair tartışmalar, kısaca yukarıda izah edilmeye çalışıldığı çerçevede cereyan etmektedir. Bu çerçeve içerisinde bazı akademisyenler ve devletler Tekçi Görüş kapsamı dâhilinde yer alan fikirleri benimserken; bazı akademisyenler ve devletler de İkici Görüş çerçevesinde yer alan fikirleri benimsemişler ve bu yönde söylemlerde bulunmuşlardır. Ancak iki görüşten herhangi birini kesin olarak doğru görüp, diğer görüşü yanlış çözümleme şeklinde itham etmek; uluslararası hukukun gelişmeye ve genel geçer kurallar oluşturmaya namzet olan yapısına uygun olmayacaktır. İnsanların ve toplumların gelişim ve değişim gösterdiği doğrusal zaman içerisinde, bu varlıklara ilişkin kuralların oluşturduğu hukuk sistemleri de aynı doğrultuda gelişim ve değişim gösterdiğinin unutulmaması gerekmektedir. Bahse konu her iki görüşün, devletlerin kendi iç ve dış güç unsurlarının gerektirdiği şekilde, bu devletlerce “halin gerektirdiği biçimiyle” kabul edildiği veya edilmediği aşikârdır. Tekçi görüşün ihtiva ettiği perspektifin, uluslararası hukuk sistemine yön verebilecek güçteki devletlere daha uygun düşüyor olması; İkici Görüşün “devlet egemenliği” ifadesi temelinde sahip olduğu perspektifin ise uluslararası hukuk sistemine yön verebilecek güce sahip olmayan devletler lehine argümanlar içermesi durumları da “halin gerektirdiği biçime” göre olan değişkenliği ortaya koyar niteliktedir.

_______________________________________________

[1] Bu yazı içerisinde “Egemen İrade” ifadesi; var olan iç hukuk düzenine bir değişiklik getirebilecek yahut yeni bir iç hukuk düzeni oluşturabilecek, egemen güce ait yetkiyi dönemsel olarak kullanma yetkisini haiz herhangi bir devlet içerisindeki  “hükümet” anlamını karşılayacak şekilde kullanılmıştır. “Egemen Güç” ifadesi ise; devletin yönetim şekline göre söz konusu ifade değişiklik gösterebilecek olsa da, egemenlik yetkisinin millete ait olduğu devletlerde, söz konusu yetkiyi kullanan kurumlarıyla birlikte “devlet tüzel kişiliği” yapısını ve kavramını karşılayacak şekilde kullanılmıştır.

[2] “Düzen” kavramı burada yalnızca akla ilk gelen uyum ve nizam anlamlarını karşılayacak biçimde değil, düzensizlik durumunun çok uzun süre devam etmesi halinde kendi anlamıyla çelişir biçimde, düzensizliğin de kendine özgü bir düzeni ifade edeceği varsayılarak kullanılmıştır.

[3] BM Anayasası ile kurulan yapı içerisinde yer alan ve birçok kritik karara hükmetme yetkisini haiz BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerini oluşturan devletlerin; diğer dünya devletlerine nazaran askeri, ekonomik vs. alanlarda çok daha güçlü konumda olan devletler olması bu duruma bir örnek teşkil etmektedir.

Yeni Düzen, Eski İhtiyaçlar Bağlamında Devletin Refah Sağlayıcı Boyutu Nereye Gidiyor?

Lindbeck’in bir makalesinde, devlet tarafından finanse edilen sosyal sigorta sistemleri, transferler, sağlık, yaşlı bakımı ve çocuk bakımı gibi hizmetlerin sağlanması ya da desteklenmesi anlamında kullanılan Refah Devleti; öz biçimde sosyal refahın en elverişli şekilde vatandaşlara sunulması amacıyla devletin ekonomiye aktif ve kapsamlı müdahalelerde bulunmasını öngören devlet anlayışı olarak tanımlanabilir.

Aile ve piyasa ile birlikte, sosyal riskleri kontrol eden üç kaynaktan birisi olan Refah Devletinin tanımı esasen; risklerin nasıl paylaşıldığına göre yapılır. Bu anlamda devletin rolü sadece en yoksul kesime yönelik ve asgariyetçi olarak tanımlanabileceği gibi kapsayıcı ve kurumsal olarak da tanımlanabilir. Bu iki tanım ise ne kadar çok riskin “toplumsal” olduğu yahut ne kadar çok insanın korunmaya muhtaç olduğu noktalarında birbirinden ayrılır.

Özellikle Sanayi Devrimi’nde sonra dünyada yaşanan gelişmeler ve yaşanan endüstrileşme ile birlikte toplumun karmaşıklaşması, ekonomik krizler, savaşlar, yaşanan göçler, demografik değişimler gibi birçok neden neticesinde risklerin daha fazla kısmı, hiçbir bireyin tek başına yahut ailesi veya piyasa işleyişi içerisinde kendiliğinden çözülemeyeceği, kontrol edilemeyeceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple özellikle geçen yüzyıl boyunca devlet sosyal risklerin yükünü aile ve bireylerin üzerinden almak için daha fazla çabalamak durumunda kalmıştır.

İnsanların yaşadıkları toplumda karşılaşabilecekleri sosyal risklere karşı güvenliklerinin sağlanması açısından, gereken tedbirleri alan, herhangi bir riskle karşılaşmaları halinde ise; kaybettikleri yahut geçimlerini sürdürmeye yetmeyecek gelirlerine karşı onlara güvence veren sosyal güvenlik sistemi aynı zamanda bireylerin zararlarının giderilmesine yönelik olarak çalışmalar yapılmasını sağlar.

Sosyal Güvenliğin temelini hastalık, kaza, analık, yaşlılık, sakatlık, işsizlik, çocuk yetiştirme, ölüm ve yoksulluk gibi sosyal risklerin bireyler üzerindeki etkilerini giderme çabaları meydana getirirken; bu risklerin kamusal idaresini sosyal politika oluşturur.

19.yüzyılda emek piyasasında işçi ve işveren sınıfları arasındaki sorunları çözmek amacıyla ortaya çıkan sosyal politika; bugün gelinen noktada toplumun değişik kesimlerine ve sorunlarına yönelmiş, tüm bireylerin sosyal gelişmesini sağlamayı ve hayat koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan bir vatandaşlık hakkına dönüşmüştür. Bu politikalar düzenlenirken yoksullukla savaş, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilmesi, nüfus planlaması, eğitim olanaklarının nicelik ve nitelik olarak geliştirilmesi gibi sosyoekonomik etmenlerin göz önüne alınması ve bu politikaların koruyucu düzenlemeler ile bir bütün ve tutarlılık içinde olması gerekmektedir.

Küreselleşme ile birlikte artan rekabet piyasalarında yabancı yatırımcıları ülkelerine çekmek isteyen devletleri, yüksek işgücü maliyetleri içeren koruyucu politikaları daha fazla sürdürememeleri aynı zamanda diğer ülkelerle giriştikleri üretim ve yabancı sermaye çekme yarışında vergi oranlarını düşürmeleri gibi nedenler devletlerin sosyal güvenlik politikalarını olumsuz yönde etkilemiştir. İşsizlik, sakatlık, açlık, ölüm vb. gibi birçok sosyal riski daha fazla artırmaktan ileri gidemeyen bu süreç en çok da yoksulluk oranlarının artmasına ve bu durumun büyük bir sorunsal haline gelmesine neden olmuştur.

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli kaynağa sahip olamama durumu olarak yahut mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumu veya yaşamda kalabilmek için gerekli mal ve hizmetlere olan ihtiyaçların karşılanamaması durumu olarak tanımlanan yoksulluk; refah devleti açısından; kentsel güvenlik, çocuk işçiliği, çocuk suçluluğu gibi birçok sorunun da kaynağını teşkil eder.

Bu anlamda önceleri toplum vicdanına bırakılabilecek denli önemsiz görülen yoksulluk; sanayileşmenin verdiği etkiyle artan göçler, değişen ekonomik sistemler, krizler ve dolayısıyla işsizlik gibi birçok sorunla birleşince bugün üzerinde durulması gereken, toplum vicdanına bırakılamayacak denli önemli olan bir sorunsal olarak görülmeye başlanmıştır. Özellikle son yıllarda dünyada yaşanan gelişmelere bakıldığında bunun ne derece önem taşıdığı görülmekle birlikte sadece devletin müdahalesi veya sadece toplumun kendi içinde çözmeye çalışmasıyla üstesinden gelemeyeceği anlaşılan bu sorun bugün ailenin, piyasanın, sivil toplum örgütlerinin paydaş olarak rol alması gereken bir sorundur.

Yine son yıllarda yaşanan salgınlar, savaşlar ve gelirin eşitsizliğinin devasa boyutu; toplumu bireyci anlayıştan “grup” anlayışına çevirmenin; bir başka deyişle bireysellikten toplumsallığa dönüşü/geçişi zaruri kılmaktadır. Toplumsal değerlerin yaşatıldığı, erdemlerin yüceltildiği, ahlakın ve kanunun yaşatıldığı; dahası ön plana çıkarıldığı, bir dünya nizamı bugün ideolojik bir politika değil; zaruri bir ihtiyaçtır.